İbranice Medya ve Kamuoyu Manipülasyonu

7 Ekim 2023’te başlatılan “Aksa Tufanı” operasyonu ve ardından Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım niteliğindeki savaş ile birlikte; destek cephelerinin açılması, bunların evrilmesi ve nihayetinde İran ile savaşa kadar varan süreç, Arap kamuoyunda İbranice Medya ya olan ilgiyi ve bu medyaya dayanarak bilgi edinme eğilimini büyük ölçüde artırmıştır.

Bu eğilim, sadece halihazırdaki savaş bağlamında değil, tarihsel olarak da mevcuttur. Ancak şu anki savaş sürecinde benzeri görülmemiş bir artış yaşamıştır. Bununla birlikte, İbranice medyaya yönelen bu yoğun ilgi; İsrail siyasi sahnesinin, toplumunun ve bu yapıların savaşın gelişimine etkilerinin doğru anlaşılmasında çeşitli sorunlara yol açmaktadır. Nitekim bu süreç, İran’a karşı gerçekleştirilen saldırıya kadar uzanan stratejik bir aldatma operasyonuyla sonuçlanmış ve İbranice medya da bu sürecin bir parçası olmuştur.

Dolayısıyla, İbranice medyayla kurulan ilişkinin, onu takip etme ve ona dayanma biçimlerinin yeniden gözden geçirilmesine acil bir ihtiyaç bulunmaktadır. Bu yeniden değerlendirme, özellikle “özel kaynaklar” ya da “üst düzey yetkililer” şeklinde aktarılan, ancak çoğunlukla İsrailli yetkililere dayanan Batı medyasına da aynı ölçüde uygulanmalıdır. Bu ihtiyacın temelinde, İbranice medyanın savaşın asli bileşenlerinden biri olduğu ve savaş öncesi, sırası ve sonrasında birçok işlev üstlendiği düşüncesi yatmaktadır.

Ayrıca, bu medya, özellikle savaş dönemlerinde yoğunlaşan askeri sansüre sıkı şekilde tabiidir. Bunun yanı sıra, İsrail toplumu kendisini sürekli savaş hâlinde gören ve bu doğrultuda devletin arkasında kenetlenen bir toplum olarak tanımlar. İsrail için savaş hâli istisnai bir durum değil, bilakis bir kuraldır. Hatta savaş doğrudan yaşanmasa bile, tehdidinin hissedilmesi, savaş hâlinin etkilerinin sürdürülmesi için yeterlidir.

Bu çerçevede, bu değerlendirme ihtiyacının doğrudan nedeni; İran’ın 13 Haziran’da maruz kaldığı, stratejik nitelikteki askeri saldırılara dayalı aldatma operasyonudur. Her ne kadar bu aldatma sadece İbranice medya aracılığıyla gerçekleştirilmemiş olsa da —ki Batı medyasında “özel kaynaklara” dayandırılan haberler de çoğunlukla İsrailli yetkililerin yönlendirmeleriyle şekillenmektedir—, İbranice medya bu aldatma sürecinde merkezi bir rol oynamıştır.

Burada kastedilen, sadece haberlerin aktarılması ve teknik analiz süreçleri değildir. İbranice medya aynı zamanda İsrail toplumunu tanıma, iç siyaset, sosyal yapı ve toplumsal çatışmaları anlama noktasında ana başvuru kaynağıdır. Ancak bu medya, salt bir haber taşıyıcısı olmanın ötesinde, alıcının bilinç ve algısını şekillendiren, yönlendiren ve hatta çarpıtan bir araçtır. Ayrıca, Arap ve Fars toplumlarının İbranice medyaya doğrudan ya da Arap medyası aracılığıyla maruz kalmaları nedeniyle, bu medya organları tarafından hedef alınmaları ve sistematik bir şekilde manipüle edilmeleri söz konusudur.

Gerçekte, aldatma ve dezenformasyon faaliyetleri çoğu zaman doğrudan bir kasıtla yapılmasa da, İbranice medya genellikle İsrail kamuoyuna hitap eden bir yapıya sahiptir. Ancak Arap dünyasının bu medyaya yönelik yaklaşımı, onu bağlamından kopararak farklı bir bağlama taşımakta; yalnızca İsrail iç meselelerini anlamak için değil, genel olarak bölgeyi anlamlandırmak amacıyla da kullanılmaktadır. Bu durum ise İbranice medyanın, Arap kamuoyunun zihninde bölgeye dair kavrayış biçimlerini yeniden şekillendirmesine yol açmaktadır.

Savaşın başlamasıyla birlikte ve ilerleyen aşamalarda, işgal güçleri tarafından yürütülen aldatma operasyonları artış göstermiştir. Bu operasyonlar çoğu zaman aynı yöntemlerle tekrarlanmakta; genel olarak da İbranice medya bu süreçlerde önemli bir rol üstlenmektedir. Elbette, bu medyanın etkisi yalnız başına belirleyici değildir; başka etkenler de aldatma sürecinin inşasında rol oynamıştır. Ancak medyanın etkisi merkezi niteliktedir. Bu etkinin başarı kazanmasındaki en temel unsurlardan biri ise Arap kamuoyunun İbranice medyaya gösterdiği yoğun ilgi ve dikkat olmuştur.

Bu çerçevede, “Aksa Tufanı” operasyonunun kısmen, İsrail’de “yargı reformu” çerçevesinde yaşanan askerî zafiyet, hizmet reddi, pilotların itaatsizliği ve siyasi bölünme gibi gelişmelerin yanlış değerlendirilmesine dayandığı ön kabulüyle ilerlemekte fayda vardır.

Gazze’ye yönelik savaşın 18 Mart 2025’te yeniden başlamasından önce, İbranice medyada İsrail ordusunun yorgunluğu, asker eksikliği, yedek kuvvetlerin şikayetleri ve savaş isteksizliği hakkında yoğun bir yayın akışı vardı. Ancak burada temel bir soru öne çıkıyordu: Sıkı askerî sansüre tabi olan bir medyada, savaş hâlindeki bir devlete ait bu tür gizli bilgiler nasıl olur da açıkça dillendirilebiliyordu?

Bu durum, en temel mantık kurallarına aykırıdır. Eğer bu zaaf gerçekse, bu zaafların ayrıntılı biçimde ifşa edilmesi düşmanları saldırıya geçmeye teşvik edebilir ya da müzakere süreçlerinde onları daha sert pozisyonlar almaya yönlendirebilir. Ayrıca, böyle bir zayıflık algısı, karşı tarafı savaşın tekrar başlamayacağı yönünde yanıltabilir. Oysa gerçek şu ki, İsrail yeniden savaşa döndü. Üstelik bu geri dönüş, hâlen medyada ordunun zayıf olduğu yönündeki söylemlerin devam ettiği bir anda gerçekleşti.

Şu noktada medyanın çizdiği tabloya ek olarak; ABD himayesinde yürütülen müzakere turları, ABD’nin Orta Doğu özel temsilcisi Steve Whitkoff’un önerileri, Donald Trump’ın çelişkili açıklamaları ve “barış” hayalleri de aldatma atmosferine katkı sundu. İsrail yeniden savaşa başladığında, ilk saldırılarda direnişin önemli komutanlarını hedef almayı başardı. Bu durum, direniş saflarında hâkim olan gevşeklik ve savaşın yeniden başlamayacağı yönündeki güven ortamının bir sonucuydu. Oysa aynı dönemde birçok İsrailli askerî ve siyasi yetkili savaşın kaçınılmaz olduğu yönünde açık beyanlarda bulunmuştu.

Geçmişe dönüp Lübnan’daki Hizbullah örneğine bakıldığında da benzer bir tablo gözlemlenmektedir. İbranice medya uzun vadeli bir aldatma sürecine katkı sunarken, Hizbullah da kendi kendisini yanıltacak bir strateji oluşturmuştur. 2011’den itibaren Hizbullah, Celile’ye yönelik bir işgal planından söz etmeye başlamış; sonrasında bu niyetini resmî açıklamalara ve askeri tatbikatlara dönüştürmüştür. “Rıdvan Gücü”nün ilanı ve kuzey İsrail’e yönelik senaryolar bu çerçevede geliştirilmiştir.

İsrail tarafı ise, medya aracılığıyla —siyasî ve askerî liderlikten yansıyan söylemlerle birlikte— bu senaryoyu sürekli gündemde tutmuş ve kamuoyuna bunun gerçekleşmesinin engellenemez olduğunu aşılamıştır. Hatta dönemin Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi bile bu aldatma sürecine katkı sunmuştur.

Oysa mantıken bu denli önemli ve riskli bir askerî plan gizli tutulmalı, ne doğrudan ne de dolaylı biçimde ilan edilmemelidir. Aksi hâlde sürpriz etkisi kaybolur ve düşman buna karşı önlemlerini alabilir. Nitekim İsrail yıllarca bu senaryoya karşı hazırlık yaptı ve sadece önlem almakla kalmayıp Hizbullah’ı ortadan kaldırma stratejileri geliştirdi. Buna karşılık Hizbullah, İsrail’in bu hazırlıkları yaptığı ihtimalini yeterince dikkate almadı ve İbranice medyada yer alan “kaçınılmaz senaryo” söylemlerine fazlasıyla inandı — ta ki savaşa günler kala bu yanılgı devam etti.

İran’a dönüldüğünde ise dikkat çeken nokta, bu ülkeye karşı yürütülen aldatma stratejisinin son aylarda neredeyse birebir aynı şekilde, üç kez tekrarlandığıdır. Her ne kadar bu stratejik aldatma yalnızca medyayla gerçekleştirilmemiş olsa da, ABD —özellikle Trump yönetimi— “aldatma diplomasisi” olarak adlandırılabilecek bir yöntemle bu sürecin temel aktörü olmuştur.

İlk örnek, daha önce de değinildiği üzere, Gazze’ye yönelik savaşın yeniden başlamasıdır. Bu süreçte, ABD’nin Orta Doğu özel temsilcisi Steve Whitkoff’un yürüttüğü müzakereler ve Trump’ın çelişkili açıklamaları etkili olmuştur.

İkinci örnek ise 1 Haziran’da gerçekleşen ve Rusya’nın stratejik bombardıman uçaklarının bir kısmının yok edilmesiyle sonuçlanan istihbarat operasyonudur. Bu operasyonun ayrıntıları, daha önce İran’da Mossad tarafından yürütülen benzer operasyonlara büyük ölçüde benzemektedir. Bu bağlamda, Rusya’nın nükleer caydırıcılığının temel dayanaklarından biri olan üçlü nükleer kuvvet sisteminin bir ayağına yapılan saldırı, doğrudan Ukrayna bağlamında değerlendirilmemelidir.

Ukrayna yalnızca görünen uygulayıcıdır. Asıl hedef, ABD’nin küresel düzenin şekillenmesinde karşısında görmek istemediği Rusya’nın etkisizleştirilmesidir. Bu süreçte Trump’ın oynadığı rol önemlidir. Trump, söylem düzeyinde Ukrayna’yı hedef almış, doğrudan Zelenski’yi canlı yayında azarlamış ve Şubat ayı sonunda onu ve heyetini Beyaz Saray’dan kovmuştur.

Ancak aynı ABD, Whitkoff aracılığıyla Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerde farklı müzakere turları düzenlemiş ve “Trump’ın barış arayışı” söylemi üzerinden tarafları masaya oturtmaya çalışmıştır. Trump ise çelişkili açıklamalarla bir yandan Putin’i överken diğer yandan tehdit etmiş, müzakerelere dair kamuoyunda kafa karışıklığı yaratmıştır.

Tahmin edildiği üzere, Rusya temel taleplerinden vazgeçmemiş ve müzakereler tıkanmıştır. Bu durum, Trump yönetimi açısından Ukrayna’nın stratejik bombardıman uçaklarını hedef almasına onay vermek için yeterli bir gerekçe olmuştur. İlginç olan, bu saldırının müzakerelerin tamamen çökmesiyle değil, sadece tıkanmasıyla gerçekleşmiş olmasıdır.

Aynı model İran örneğinde de, yalnızca birkaç gün arayla tekrar edilmiştir. Bu defa Trump, tıpkı Zelenski örneğinde olduğu gibi, Netanyahu ile arasında çelişkili ve mesafeli bir ilişki olduğu izlenimini vermiştir. Görüntüler -daha yumuşak- olsa da kamuoyuna yansıtılmıştır. Sözde Trump’ın Netanyahu ile olan “sözde anlaşmazlığı”, tıpkı Zelenski ile yaşanan gerilim gibi, İran’ın yaklaşan saldırıyı ciddiye almamasına neden olmuştur.

O sırada, Whitkoff İran ile müzakereler yürütmüş, İran tarafından kabul edilemeyecek öneriler sunmuş ve müzakereler tamamen kopmamış, sadece sürüncemede kalmıştır. Hatta bir sonraki tur için tarih bile belirlenmiştir. Tam bu atmosferde, 13 Haziran’da İran’a karşı büyük bir askerî saldırı gerçekleşmiş ve büyük kayıplara yol açmıştır.

Rusya örneğinde İbranice medyanın etkisi bulunmamaktadır. Ancak Batı medyası, Trump ile Zelenski arasındaki anlaşmazlık, Trump’ın Ukrayna’dan çekilme tehditleri ve Amerikan entelijansiyasının bu politikalara yönelik sert eleştirileri gibi söylemleri öne çıkarmıştır.

İran örneğinde ise hem İbranice hem de Batı medyası iş başındadır. Burada yalnızca Trump ile Netanyahu arasında geçen bazı konuşmaların sızdırılması ve Trump’ın çatışmadan kaçınma niyeti değil, aynı zamanda İsrail toplumunun krize sürüklendiği bir görüntü oluşturulmuştur.

İbranice medya, hükümetin felç olduğu, çöküşün eşiğinde bulunduğu, ultra-Ortodoks Yahudilerin zorunlu askerlik yasasına karşı ayaklandığı, Knesset’in feshedilmesini destekledikleri ve askerî hizmetten kaçışın arttığı gibi temaları işleyerek İsrail’in büyük bir savaş başlatamayacak kadar zayıf olduğu algısını yaymıştır. Böylesi bir algı, nükleer eşiğe yaklaşmış bir devlet olan İran’ı aldatmaya ve hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştur.

Peki, yalnızca gözlemcilerin ve analistlerin değil, devlet yöneticileri ve güvenlik kurumlarının dahi yanılmasına neden olan bu kör nokta nerede yatmaktadır? Özellikle İsrail bağlamında konuşursak, bunun temel nedeni, İbranice medyaya yönelik aşırı bağımlılık hâlidir. Burada yalnızca medyanın haber taşıyıcı bir araç olarak işlevinden değil; İsrail’den çıkan her türlü içeriğin —ister medya, ister araştırma merkezleri, ister uluslararası gazeteler, isterse siyasetçilerin açıklamaları ya da toplumsal bölünmelere dair haberler olsun— Arap medyasının ana gündemini oluşturmasından söz edilmektedir.

Bu bağımlılık, Arap kamuoyunun ve analiz biçimlerinin İsrail’in sunduğu çerçeveye sıkışmasına yol açmıştır. İbranice medya, askeri sansürün sıkı kontrolü altındadır. Bu sansür yalnızca savaşlardaki kayıpların gizlenmesiyle sınırlı değildir; İsrail’in durumu, sorunları, öncelikleri ve niyetleri hakkında verilmek istenen mesajları da belirler. Bu bağlamda medya, tarafsız bir bilgi kaynağı değil; bilinçli yönlendirme aracı olarak işlev görmektedir.

Burada amaç, meseleyi bir “komplo teorisi” çerçevesine oturtmak değildir. Zira İsrail’in yaşadığı siyasi krizler, toplumsal bölünmeler ve zorunlu askerlik yasasına karşı protestolar gibi olaylar gerçektir. Yüzbinlerce kişinin sokaklara döküldüğü protestoları bir “tiyatro” olarak nitelendirmek akılcı değildir. Ancak bu gelişmeler yalnızca bütünün bir parçasıdır, bütünü temsil etmezler. Ne var ki, bu parçalar, Arap medyasının ve kamuoyunun İsrail’e bakışında tüm resmi kaplamaktadır. Bu da ciddi analiz hatalarına yol açmaktadır.

Arap medyası ise üretken olmayan, özgün haber üretme kapasitesi sınırlı bir yapı arz etmektedir. Bu medya, İbranice ve Batı medyasında çıkan içerikleri birebir çevirmekle yetinmekte, âdeta bir “tercüme zinciri” rolü üstlenmektedir. Hatta bazı durumlarda, kendi özel haber kaynakları olsa bile, bu içerikleri geri plana atmakta ve İbranice kaynaklara öncelik tanımaktadır.

Bu durumun nedenleri elbette anlaşılabilir: Arap dünyasında demokratik yapının zayıflığı, bilgiye ve düşünceye erişimin sınırlı olması gibi yapısal sorunlar, dış kaynaklara yönelmeyi zorunlu kılmaktadır. Ancak bu yönelimin eleştirel bir düşünceyle değil, çoğu zaman “arzulanan yoruma göre analiz” tarzında yapılması, ciddi bir sorundur.

Oysa bilinmektedir ki İbranice medya sıkı bir askeri sansüre tabidir. Bu bilgi tek başına, bu medyada çıkan her türlü haberin ihtiyatla ve şüpheyle değerlendirilmesini zorunlu kılar. Ancak gerçek şu ki, İsrailli yetkililer hedeflerini açıkça beyan etmekte, hatta “hile kullanacaklarını” dahi ilan etmektedirler. Ne var ki bu tür açıklamalar, İbranice medyadaki iç tartışmaların ve siyasi çekişmelerin gürültüsünde kaybolmakta; Arap analizlerinin odağına girememektedir.

Arap kamuoyunun İsrail’i okuma biçiminde merkezî hâle gelen anlatı, “Netanyahu’nun sadece kendi iktidarını korumaya çalıştığı” söylemidir. Tüm söylem Netanyahu’nun hükümetini koruma ve yargılanmaktan kaçınma çabasına mahkûm kalmış durumda. Bu çerçeveye o kadar sıkı bağlanılmıştır ki, neredeyse her gelişme bu pencereden yorumlanır hale gelmiştir.

Bu anlatıyı –ki bu anlatı bilinçaltımıza İbranice medya tarafından da yerleştirilmiştir– çürütmeye gerek yoktur; zira bu aşamada onu çürütmek bir tür abesle iştigaldir. Ancak şunu idrak etmemiz önemlidir: Netanyahu etrafında inşa edilen bu anlatı, tablonun bir kısmını anlamada doğru olsa da, şu anda İsrail’in düşmanlarına karşı yürüttüğü stratejik aldatma operasyonunun başarısına en çok katkı sağlayan unsurdur.

Netanyahu, yalnızca hükümetini korumaya çalışan, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen, kişisel çıkarlarını önceleyen ve eşi Sara’nın etkisi altında olan bir lider imajını ustalıkla kullanarak İran’a karşı yürütülen aldatma operasyonunun başarıya ulaşmasını sağladı. Açılış saldırısından hemen önce Netanyahu, oğlunun düğünüyle meşguldü ve Haredi partilerinin Knesset’i feshederek hükümeti devirmekle tehdit ettiği bir ortamda hükümetini ayakta tutmak için mücadele ediyordu.

Tüm bu gelişmeler ve benzerleri, Netanyahu’nun İran’a saldırmaktan ziyade başka öncelikleri olduğu şeklinde yorumlandı. Bu algı, Trump’la konu hakkında yaşanan anlaşmazlık görüntüsüyle daha da pekişti.

Sonuç olarak, Arap dünyasının İsrail’e dair mevcut anlayışı bir dizi anlatının esiridir. Bu anlatılar, analiz ve kavrayış açısından kısmen doğru olabilir; ancak tüm tabloyu anlamaya yetmez. Arap medyasının İbranice medya karşısında yaşadığı “boğulmuşluk hali” bu anlatıların şekillenmesine –ve azımsanamayacak bir bölümüne– katkıda bulunmuştur.

Bu durum devam ettiği ve Arap medyası İbranice metinlerin “sadık bir çevirmeni” olmaya devam ettiği sürece, bunun bir uzantısı olarak İbranice meselelerde uzman ya da analizci olduğunu iddia eden amatörlerin ve her söyleneni anında çeviren kişilerin yaygınlığı sürdüğü müddetçe; bu anlatıların esaretinden kurtulmak ve İsrail’i bir devlet ve toplum olarak yeniden değerlendirmek zor olacaktır.

Not: Bu metin linkte bulunan Arapça makaleden Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu