Susuzluk Bir Politikaya Dönüştüğünde: Batı Şeria’da Su Ablukası

Filistin toplumu onlarca yıldır en temel yaşam unsuruna, yani suya erişebilmek için günlük bir mücadele vermektedir. Jeopolitik çatışmalarda su, çoğu zaman doğal bir kaynak olmaktan çıkıp bir çatışma ve tahakküm aracına, halkın günlük yaşam ritmini kontrol etmenin bir yoluna dönüşmektedir.
1967’de Batı Şeria’nın işgalinden bu yana, işgal yönetimi su kaynaklarını Filistinliler üzerinde stratejik bir kontrol aracına çevirmiştir. Askeri emirlerle Filistinlilerin kuyu açması ya da kendi sularını kullanması neredeyse imkânsız izinlere bağlanırken, buna karşılık yasadışı Yahudi yerleşimlerinin söz konusu kaynaklara sınırsız biçimde erişimi genişletilmiştir.
Bu sistematik su tekeli, tarımsal ve kırsal imkânları baltalamış, Filistinliler ile Yahudi yerleşimciler arasındaki su paylaşımlarında derin bir uçurum yaratmıştır. Yerleşimcilerin ve ordunun su kaynaklarına, özellikle de pınarlara ve doğal gözlere yönelik saldırılarının artmasıyla birlikte, su artık yalnızca bir doğal kaynak olmaktan çıkmış; kasıtlı biçimde tüketilen bir toprakta, yaşam hakkı ve varoluş mücadelesinin odağında yer alan günlük bir çatışma alanına dönüşmüştür.
Gerçekler, suyun hiçbir zaman sadece hizmet ya da çevre meselesi olmadığını, bilakis işgalci İsrail’in mekânı ve Filistin insanını yeniden biçimlendirmek için kullandığı siyasi bir araç olduğunu göstermektedir. Yahudi yerleşimcilerin su kaynaklarına yönelik saldırılarının giderek yoğunlaşmasıyla birlikte, su üzerindeki mücadele Batı Şeria’daki Filistinlinin yaşadığı günlük varoluşsal çatışmanın canlı bir yansıması hâline gelmiştir.
Birinci: İsrail’in Suya İlişkin Yasaları
1967’deki işgalden bu yana, işgal yönetimi Filistin topraklarındaki su kaynakları üzerinde tam kontrol kurmayı hedefleyen bir dizi askerî emir çıkarmaya başlamıştır. Bu yasalarla birlikte, Filistinliler su kaynaklarındaki mülkiyet haklarından mahrum bırakılmış, bu kaynaklar “işgal devletine ait” ilan edilmiş ve işgal yönetimine suyu idare etme konusunda sınırsız yetki verilmiştir. Bu yetkiler arasında hiçbir gerekçe göstermeksizin ruhsat taleplerini reddetme hakkı da bulunmaktadır. Tüm kuyular ve pınarlar askeri valinin yetkisine devredilmiş, su kullanımı için koşullu izinler getirilmiş ve çekilmesine izin verilen miktarlar sınırlandırılmıştır.
Söz konusu emirler, sahada uygulanan birtakım somut adımlarla da desteklenmiştir: yeni kuyuların açılması yasaklanmış, Filistinlilere ait kuyular Yahudi yerleşimlerin yararına el konularak gasp edilmiş, sondaj için izin verilen derinlikler kısıtlanmış, Filistinliler Ürdün Nehri’ndeki paylarından tamamen mahrum bırakılmıştır. Bunun yanında işgal yönetimi, yasadışı yerleşimler içinde onlarca kuyu açmış, vadilerdeki suyu tutmak amacıyla küçük barajlar inşa etmiş ve yerleşimlerden İsrail içine su taşımıştır.
Oslo Anlaşması’na gelindiğinde ise[1], bu anlaşma Filistinlilerin su üzerindeki haklarını “teorik olarak” tanımış olsa da, bu hakların uygulanması nihai çözüm müzakerelerine ertelenmiş ve hiçbir icra garantisi verilmemiştir. Geçiş döneminde dahi işgal, fiilî kontrolünü sürdürmüş; bu durum Filistin yönetiminin idari yetkisinde görünen (A) bölgelerinde de (B) ve (C) bölgelerinde olduğu gibi geçerli olmuştur. Zira herhangi bir su projesi için İsrail onayı zorunlu kılınmış, bu taleplerin çoğu reddedilmiş ya da ağır kısıtlamalara tabi tutulmuştur.
Anlaşma ayrıca su kaynaklarının adil paylaşımını da göz ardı etmiş, mevcut adaletsiz dağılımı aynen sürdürmüştür. İsrailliler su kaynaklarının %84’ünü alırken, Filistinlilere yalnızca %16 bırakılmıştır. Yani bugün hâlâ Filistin su sektörünü yöneten işgal yönetimidir; denge ya da kotalarda herhangi bir gerçek değişiklik söz konusu olmamıştır.
İkinci: Su Kullanımında Ayrımcılık ve Dışlama Politikaları
Güncel veriler, Filistinliler ile İsrailliler arasındaki su gerçeğinde derin bir uçurumu ortaya koymaktadır. Bu fark yalnızca mevcut kaynaklardan değil, aynı zamanda altyapı ve uygulanan politikalardan da kaynaklanmaktadır. İstatistiklere göre, bir İsraillinin günlük ortalama su tüketimi 247 litreye ulaşırken, Batı Şeria’daki bir Filistinlinin ortalama tüketimi 82,4 litreyi geçmemektedir. Yani bir Filistinlinin tüketimi, bir İsraillinin tüketiminin üçte biri kadardır. Bu fark, özellikle Filistin kırsalında daha da büyümekte; burada tüketilen suyun neredeyse yarısı tarıma gitmektedir.
Filistin’in suyu, esas olarak toplam su kaynaklarının yaklaşık %79’unu oluşturan yeraltı sularına dayanmaktadır. Yüzey sularına olan düşük bağımlılık ise, işgalin Ürdün Nehri ve Lut Gölü (Ölü Deniz) üzerindeki kontrolünden kaynaklanmaktadır. Durumu daha da ağırlaştıran bir unsur, Batı Şeria’daki su kayıp oranının hâlâ yüksek olmasıdır. Bu oran %35’in üzerindedir ve başlıca nedeni, su şebekelerinin altyapısının ciddi ölçüde yıpranmış olmasıdır.
İşgalin su kaynakları üzerindeki kontrolü, Filistinlilere yönelik sistematik dışlamanın en bariz örneklerinden biridir. Filistinliler, doğal su kaynaklarını kullanma kapasitelerinin kasıtlı olarak sınırlandırılması nedeniyle ihtiyaçlarının yaklaşık %20’sini İsrail’in su şirketi Mekorot’tan satın almak zorunda bırakılmaktadır. Bu dışlama yalnızca suyun miktarıyla sınırlı kalmayıp, suyun kalitesini de kapsamaktadır. İsrail, yerleşimlerden kaynaklanan atık suları Filistin yerleşimlerine yakın vadilere boşaltarak Filistin yeraltı su havzasını kirletmekte, böylece su krizini günlük bir abluka aracına dönüştürmekte, bağımlılığı derinleştirmekte ve direniş imkânlarını zayıflatmaktadır.
Su yoksunluğuna dayalı bu politikalar tarımsal üretim biçimlerine de doğrudan yansımıştır. Artık tarım, kendi kendine yeterlilik ya da gıda güvenliği ihtiyaçlarına göre değil, kaynak kıtlığına göre şekillenmektedir. Batı Şeria’daki tarım sektörü, ekili alanların daralması ve tarımın sürdürülebilir bir geçim kaynağı olma imkânlarının azalmasıyla büyük gerileme yaşamaktadır.
Çiftçiler, su tüketimi düşük ürünlere yönelmek zorunda kalmış, bu durum ürün çeşitliliğini olumsuz etkilemiş ve yüksek su ihtiyacı olan ürünlerin ekim alanlarını azaltmıştır. Tüm bunlar, yerel pazarın ihtiyaçları gözetilmeksizin gerçekleşmiştir.
Bu köklü dönüşümler, İsrail işgalinin mülksüzleştirmeyi yoğunlaştırmayı ve Filistinli çiftçileri coğrafi engeller olarak görüp ortadan kaldırmayı hedefleyen politikalarının sonucudur. Stratejik olarak kurgulanan bu yaklaşım, yaşanamaz bir çevre yaratarak, resmî sürgün emirlerine başvurmadan Filistinlileri zorunlu göçe sevk etmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla su kıtlığının etkisi yalnızca tarımsal üretimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda Filistinlilerin toprağa bağlılıklarını sürdürme yönündeki kolektif iradelerini de zayıflatmıştır.
Üçüncü: 7 Ekim Sonrası İşgalin Su Kaynaklarına Yönelik Saldırılarında Tırmanış
7 Ekim’in ardından, Batı Şeria’da işgal güçlerinin su kaynaklarına yönelik saldırıları belirgin bir şekilde artmıştır. Bu saldırılar özellikle stratejik bölgelerdeki su altyapısını sistematik biçimde hedef almıştır. Ramallah’ın doğusundaki Ayn Sâmiyye bölgesi bu tırmanışın çarpıcı bir örneği olmuştur. Buradaki su kaynağı, yerleşimcilerin tekrar eden saldırılarına maruz kalmış; elektrik şebekeleri sabote edilmiş, pompalama ekipmanları, iletişim sistemleri ve güvenlik kameraları tahrip edilmiştir.
Bu saldırılar, tüm sistem üzerinde teknik ve idari kontrolün kaybedilmesine yol açmış, onlarca Filistin köyü ve kasabasına su akışı durmuş, 100 binden fazla Filistinli ana su kaynağından mahrum bırakılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Buna ek olarak işgal güçleri, yağmur ve yeraltı sularını toplamak için kullanılan kuyuları yıkmaya devam etmiş; yıkılan kuyu sayısı 500’ü aşmıştır.
Yerleşimciler ise Ramallah’ın doğusundan Eriha ve Ürdün Vadisi’ne uzanan bölgede 45 pınarı ele geçirerek çiftçilerin hayati su kaynaklarını gasp etmiştir. Böylece Filistinlilerin suya erişimini ve üzerindeki denetimini zayıflatmaya yönelik sistematik politika derinleşmiştir.
Son dönemdeki bu kesintiler Batı Şeria’daki su krizini, özellikle bu yılın yaz aylarında daha da ağırlaştırmıştır. Halk, günlük tüketimini kısıtlamak zorunda kalmış; içme ve yemek pişirme için ayrılan sınırlı miktarlar, kişisel temizlik ve tarımsal kullanımın önüne geçmiştir. Bu durum, halk sağlığını tehdit eden ciddi sonuçlar doğurmuş; hijyen koşullarının korunmasının zorlaşmasıyla birlikte cilt ve bağırsak hastalıklarının yayılmasına ilişkin emareler ortaya çıkmıştır.
Öte yandan, yıkılan pınar ve kuyulara bağlı yaşayan köylerde insanlar, uzak mesafelerden su taşımak zorunda kalmış; kimi zaman pahalı su tankerlerine başvurmuş, kimi zaman da sağlık açısından güvensiz kaynaklardan su taşımıştır. Bu yükün en ağır kısmını ise kadınlar ve çocuklar üstlenmiştir. El-Halil’in güneyindeki Susiya köyü bu gerçekliğin somut örneklerinden biridir. Temmuz 2025’te yerleşimciler köyün su hatlarını kesmiş, köy sakinleri içinde bulundukları durumu “katlanılmaz bir susuzluk krizi” olarak tanımlamıştır.
Su kıtlığı tarım sektörünü de ciddi şekilde sarsmıştır. Kuzey Batı Şeria’da, özellikle Cenin, Tulkarim ve Tubas’ta birçok çiftçi, sulama sistemlerinin ve pompalarını besleyen elektrik şebekelerinin tahrip edilmesi sonucu arazilerini nadasa bırakmak ya da ekim alanlarını büyük ölçüde daraltmak zorunda kalmıştır. Bazıları ise tarımsal faaliyetlerini tamamen durdurmuştur. Su tedarikindeki kesintiler, hayvancılığı da doğrudan etkilemiş; birçok aile hayvanlarının su ve yem ihtiyaçlarını karşılayamayarak en temel geçim kaynaklarından mahrum kalmıştır.
Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) verilerine göre, bu çevresel ve hizmete dair baskılar, yerel üretimi ciddi şekilde sınırlandırmış; birçok kişiyi yardıma bağımlı hâle getirmiş ya da tarımsal ve hayvancılıkla ilgili geçim kaynaklarını terk etmeye zorlamıştır.
Sonuç
Batı Şeria’daki su krizi artık yalnızca hizmet veya insani bir mesele olarak tanımlanamaz; işgalin elinde toprak ve halk üzerinde hâkimiyet ve kontrol denklemleri dayatmak için kullanılan stratejik bir araca dönüşmüştür. Su kaynaklarına erişimin sistematik biçimde engellenmesi, buna eşlik eden kuyuların, pınarların, pompalama ve sulama şebekelerinin yıkımı, Filistinlilerin günlük yaşamını felce uğratmanın ötesinde, nüfus coğrafyasını işgalin yayılmacı ilhak projesine hizmet edecek şekilde yeniden biçimlendirmeyi hedeflemektedir.
“Su darlığı” politikaları, sağlık ve geçim krizlerini derinleştirmekte; çiftçileri topraklarını terk etmeye, aileleri de geçim kaynaklarından vazgeçmeye zorlamakta ve böylelikle yerleşimlerin Filistin yerleşimlerinin aleyhine genişlemesinin yolunu açmaktadır. Su, en temel ve yaşamsal haklardan biri olmasına rağmen, bir şantaj ve baskı aracına dönüştürülmektedir.
Bu yolla işgal, doğrudan askeri şiddet araçlarından geri kalmayan bir “sessiz tehcir” gerçeğini pekiştirmektedir. Böylece susuzluk, başlı başına bir politika hâline gelmekte; bu politika, en basit yaşamsal gereksinimleri dahi Filistinlileri boyun eğdirme ve Batı Şeria’daki varlıklarını işgalin ilhak ve kökleştirme hedeflerine uygun biçimde yeniden dizayn etme aracına çevirmektedir.
[1] Madde 40 – Su ve Kanalizasyon: “Çeşitli kullanımlar için ek su kaynaklarının geliştirilmesi gereği ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin su haklarının belirlenmesi ihtiyacının kabulüyle, ‘İsrail’ Batı Şeria’daki Filistinlilerin su haklarını tanımaktadır. Bu haklar nihai statü müzakerelerinde ele alınacak ve kalıcı statü anlaşmasıyla çözülecektir.”
NOT: Bu metin linkte bulunan Arapça makaleden Türkçe’ye tercüme edilmiştir.