Soykırım Çağında Dünyaya Bir Bebek Getirmek: İçgüdü ile Direniş arasında Filistinli Kadın Bilincindeki Dönüşümler

Filistin toplumunda çocuk sahibi olma konusuna dair söylemler artık yalnızca “direnişin bir parçası” ya da “doğum bir direniş eylemidir” sloganlarına indirgenmiyor. Geçtiğimiz on yıllarda yaygınlaşan bu anlatı, doğumu insani ve doğal bir yaşam pratiği değil, doğrudan siyasi bir eylem olarak değerlendirmesi bakımından gerçeği tam yansıtmıyordu. Nitekim toplumsal ve akademik veriler, Filistinliler arasındaki doğurganlık oranlarının – diğer tüm toplumlarda olduğu gibi – sadece çatışma koşullarıyla değil, karmaşık ekonomik, eğitsel ve psikolojik etkenlerle de yakından ilişkili olduğunu göstermektedir.
Gazze’de süregiden savaşın yol açtığı yıkım, aç bırakma politikaları ve yaşam, sağlık ile toplumsal altyapının çöküşü, kadınların zihninde doğurganlığın ve çocuk sahibi olmanın anlamına dair temel soruları yeniden gündeme getirdi. Soykırım koşullarında annelik, pek çok kadın için artık ertelenmiş ya da korkuyla çevrili bir tercih hâline geliyor; çünkü kadınların büyük bir kısmı güvenlik ve istikrar hissini yitirmiş durumda ve günlük yaşam sadece en basit anlamıyla hayatta kalma mücadelesine dönüşmüş bulunuyor.
Savaş zamanında Filistinli bir anne, umutlara dair pek çok anlamı kaybediyor; içinde yaşadığı çevre ise, dayanma gücünün sınandığı kırılgan bir mekâna dönüşüyor. Bu bağlamda doğurganlık, salt bir içgüdü olmaktan çıkıp, biyolojik hayatın sürmesinden öte, var olma arzusunu ve yok oluşa karşı direnci ifade eden bir eylem niteliği kazanıyor.
Gerçekliğe Dair Tanıklıklar
Yaşanan felaketin büyüklüğünü doğrudan yansıtan bir gösterge olarak, Gazze Şeridi’nde doğum oranlarında eşi görülmemiş bir çöküş yaşandı. Birleşmiş Milletler ve Sağlık Bakanlığı raporlarına göre, 2025 yılının ilk yarısında yalnızca 17.000 doğum kaydedildi; bu sayı, savaş öncesi aynı döneme kıyasla %41’lik şaşırtıcı bir düşüşe işaret ediyor.
“İslam Ebu Zeyd” (müstear isim) şöyle anlatıyor: “Biz savaş başlamadan bir yıl önce evlendik ve ilk çocuğumuzu dört gözle bekliyorduk. Kısmet bu ya, hamilelik 2025 yılının Nisan ayında gerçekleşti.” Ardından ekliyor: “Hamile olduğumu öğrendiğimizde, birkaç dakika süren büyük bir sevinç yaşadık; fakat hemen ardından eşim derin bir hüzne kapıldı. Birkaç gün sonra bana açılarak, ‘Bu çocuğu istemiyorum; savaşta ve savaş için çocuk sahibi olmak istemiyorum’ dedi.”
Eşinin gerekçeleri hem sert hem de yürek burkucuydu: “Engelli bir çocuk istemiyor, aç kalacak bir çocuk istemiyor, ‘doğum’ diye adlandırılan bir macerada beni kaybetmek istemiyor, füze bombardımanında öldürülecek bir çocuğu istemiyordu.”
İslam konuşmayı sürdürüyor: “Yaklaşık bir ay boyunca kavga ve gerilim içinde yaşadık; o fetüsün alınmasını istiyordu, ben ise ona tutunuyordum. Bir sabah yatakta bir kan lekesi ile uyandım.” Sonra ekliyor: “Saha hastanesinde doktorlar bana düşük yaptığımı söyledi. Büyük bir hüzün ve depresyona kapıldım; eşimi, bebeği reddettiği için Allah’ın cezalandırdığını düşündüm. Fakat gerçek çok daha acı vericiydi. İyileştikten sonra eşim bana gerçeği itiraf etti: Düşüğe neden olan ilacı o vermiş.”
Hikâyesini acıyla bitiriyor: “Devam eden soykırım ve yaygın açlık koşullarında, artık hamile olmadığım için şükrettim; çünkü her hâlükârda bebeğimi ya açlıktan ya da yoğun bombardımandan kaybedebilirdim.”
Sessiz Acılar
İslam’ın hikâyesi, seçim özgürlüğünü yitiren yüzlerce kadının kamuoyuna yansımamış öykülerinden yalnızca biridir. Gazetecilik raporları, savaş sırasında Gazze’de düşük oranlarının dehşet verici biçimde yükseldiğine işaret ederken, istatistiklere yansımayan ve “sessizce” düşük yapmayı tercih eden onlarca kadının da bulunduğunu ortaya koyuyor.
Bir psikolojik danışman olarak yerinden edilenlerin barındığı bir kampta çalışan “Âlâ Reşid” (müstear isim), acı dolu bir cesaretle şöyle anlatıyor: “Evet, kendi kendime düşük yaptım. Çocuklarımı ölümden korumak istiyordum; ama aynı zamanda karnımdaki bebeği açlık, yoksulluk ve muhtemel sakatlıklarla dolu bir hayattan korumak istedim. Bu yüzden onu düşürdüm.”
Âlâ, üç çocuk annesi. Onlarla birlikte savaşın tüm dehşetine tanıklık etti. Dördüncü hamileliğini 2025 Ocak ayındaki ateşkes sırasında öğrendi ve çok sevindi; fakat bu sevinç, ateşkesin çökmesi ve savaşın 18 Mart 2025’te yeniden başlamasıyla, beraberinde getirdiği açlık ve göç anılarıyla yok olup gitti. Şöyle diyor: “Düşük yapmaya karar veren ya da buna zorlanan çok sayıda kadının hikâyesini duydum. Bu şartlarda gebeliği sürdürmek bana delilik gibi geldi; bu yüzden bebeğimi aldırmaya karar verdim.”
Âlâ hikâyesini şöyle sürdürüyor: “UNRWA’nın sağlık biriminde çalışan bir akrabam vardı. Birkaç görüşmeden sonra bana düşük yapmaya yönelik özel bir ilaç bulmama yardımcı oldu. İlacı kullandım ve her şeyi sessizce sonlandırdım; ne kendi ailem ne de eşimin ailesi bir şeyden haberdar oldu.”
Duygusal Bir Mücadele
Gelişimsel ve sosyal psikoloji alanında uzman olan Dr. Ra’ide Ebu Ubeyd, “Savaşın ve soykırımın dehşeti, kadınları doğalarına aykırı sert kararlar almaya itti; gebeliği sonlandırmak ya da ondan kaçınmak gibi… Bu kararların ardında derin bir açlık korkusu, çocuklarını kuşatan ölüm dolu bir çevre ya da doğumda gerçekleşebilecek olası sakatlık kaygısı yatıyor” diyor.
Ebu Ubeyd, Gazze’de kadınların yaşamının, insanın dayanma gücünü aşan bir psikolojik baskı altında geçtiğini vurguluyor. Bombardıman, katliamlar, sevdiklerini kaybetme acısı… tüm bu etkenlerin kesintisiz bir gerilim hâli ve sürekli bir kaygı ürettiğini belirtiyor. Şöyle devam ediyor:
“Buna bir de açlık krizi eklenince, birçok kadının düşük yapma eğilimi daha da arttı. Annelik, tehlike ve kayıpla iç içe geçtiğinde, birçok kadın gebeliği sonlandırmayı bir tür psikolojik savunma mekanizması olarak seçiyor.”
Dr. Ebu Ubeyd, tıbbî nedenlerle gerçekleşen zorunlu düşük ile kendisinin “psikolojik düşük” diye tanımladığı durumu birbirinden ayırıyor. “Psikolojik düşük”, hamileliğin, fetüsü koruyacak en temel güvenlik koşullarından yoksun bir ortamda, yoğun korku ve dehşet duygularının etkisiyle sona erdirilmesi anlamına geliyor.
Şöyle açıklıyor: “Bu içsel çatışma son derece derin. Kadınlar anneliğe doğuştan yatkındır; ancak savaş bu doğal eğilimi bir yük hâline getirdi. Onları anneliğe ihanet etme korkusu ile masum bir canı daha korkunç bir ölümden ‘koruma’ arzusu arasında sıkıştırdı. Her iki durumda da büyük bir acı, ağır bir sessizlik ve şu anda Gazze’de tamamen yok olmuş psikolojik desteğe duyulan yakıcı bir ihtiyaç var.”
Aç Bırakma Politikası
Birleşmiş Milletler’in gıda hakkı özel raportörü Michael Fakhri’nin The Guardian gazetesinde yayımlanan açıklamasına göre “İsrail, Gazze’de toplu açlığı bilinçli olarak tasarlayan sistematik bir mekanizma kurmuştur” ve bunu “insanlığa karşı işlenen bir suç” olarak tanımlamıştır.
Birleşmiş Milletler’in internet sitesinde yayımlanan resmi rapor da, çatışmadan kaynaklanan kıtlığın öngörülebilir politik bir durum olduğunu vurgulamakta; insani geçişlerin engellenmesinin ve savaşın gıdanın girişini durdurma aracı olarak kullanılmasının, aç bırakmayı bilinçli bir savaş yöntemi hâline getirdiğini teyit etmektedir.
Beraat Saydam şöyle anlatıyor: “Bu açlık mühendisliğiyle yürütülen savaş, hayallerimin kökünü kuruttu.” Şöyle devam ediyor: “En büyük hayalim anne olmaktı. Hamileliğin ilk belirtileri ortaya çıktığında, açlığın gölgeleri ve dehşetin kırıntıları gözümün önünde belirdi. Rahmimde büyüyen o meleksi yüz… Ona bir kimlik aramayı nasıl başaracaktım, üstelik bir çadırın içinde?”
Beraat Hanım, kürtaj yapma niyetini herkesle açıkça paylaştığını fakat büyük bir reddedişle karşılaştığını söylüyor: “Annem, teyzelerim, kayınvalidem, arkadaşlarım… Hepsi karşımda durdu. Benim isteğime karşı çıktılar, üzerime geldiler.” Ancak derinleşen kıtlık ve dünyanın sessizliği karşısında, her sabahın onu kürtaj kararının çıplak gerçeğiyle yüzleştirdiğini ifade ediyor.
Anomaliler ve Düşükler
Savaş sırasında evlenen Rund el-Tatar ise, hamileliği erteleme kararı almış; ancak tüm bu karara rağmen hamile olduğunu öğrendiğinde şoke olmuş: “Çok ağladım, hazır değildim. İtiraf etmeliyim, kürtajı düşündüm. Ama ailemin içinde sert bir duvar gibi bir reddedişle karşılaştım.”
Şöyle devam ediyor: “Kürtaj düşüncesi geceleri beni yoklayan birer halüsinasyon gibiydi; ama sabah yaşam yeniden uyandığında, benden savaşın tüm vahşetiyle yüzleşmem isteniyordu.”
Bir başka hikâyede, fotoğrafçı Meryem Debabeş savaş boyunca defalarca zehirli gazlara maruz kalmış, sonuncusu ise düğününden hemen önce gerçekleşmiş. Buna rağmen, bebeğini korumak için düzenli olarak folik asit aldığını anlatıyor: “Hamilelik yalnızca biyolojik bir durum değildi; savaşın her şeyi çaldığı bir yerde nadir bir umut anıydı.” Eşi, yiyecek kıtlığına rağmen, zaman zaman inanılmaz fiyatlarla bulabildiği çeşitli gıda porsiyonlarıyla ona destek olmaya çalışıyormuş.
Meryem şöyle devam ediyor: “Üçüncü ayda şiddetli bir karın ağrısı geçirdim. Doktor, çoklu anomaliler nedeniyle kürtaj olmam gerektiğini söyledi; fetüsün ne uzuvları vardı, ne başı… hatta kalp atışı bile yoktu.”
Kafatası Olmayan Bebekler
Soykırım koşullarında Meryem’in yaşadığı durum istisnai bir vaka değildi. Doğumsal anomaliler korkusu gerçek bir dehşete dönüşmüş durumda; zira Gazze’deki doktorlar, “kafatasının tamamen yokluğu” gibi daha önce meslek hayatları boyunca hiç karşılaşmadıkları korkunç doğum anomalelerinin görüldüğünü, bunların bombardıman ve kullanılan mühimmatın yaydığı toksinlerle ilişkili olabileceğini ifade ediyor.
Nitekim Gazze Sağlık Bakanlığı’nın Ocak–Haziran 2025 dönemine ilişkin açıklamasına göre, bu süre zarfında yaklaşık 17.000 doğumun 67’si ciddi doğumsal anomalilerle gerçekleşti. m,Bu oran, %0,39’a (ya da her 1.000 doğumda 3,9 vaka) karşılık geliyor.
Saha verileri ve bağımsız raporlar, 2025 yılında doğumsal anomalilerde bir artış olduğunu ortaya koyuyor. Ancak Gazze’nin içinde bulunduğu olağanüstü acil durum nedeniyle, kayıt yöntemleri ve tanı koşullarındaki farklılıklar sebebiyle veriler arasında kısmi uyumsuzluklar bulunduğu da belirtiliyor.
Sağlık Bakanlığı, bildirilen artışla ilişkili olabilecek muhtemel etkenlere işaret ediyor. Bunlar arasında:
– Hamile kadınlardaki yetersiz beslenme,
– İlaç, tanı testleri ve klinik hizmetlerin yokluğu,
– Bombardımanın yol açtığı toksik maddelere ve emisyonlara maruz kalma,
– Tıbbi olmayan ortamlarda gerçekleşen acil doğumlar yer alıyor.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’na (UNFPA) göre, Gazze’de doğum oranı 2025 yılının ilk yarısında 2022’ye kıyasla %41 gibi çarpıcı bir oranda düşmüş durumda. Daha da kaygı verici olan ise, gebelik ve doğum sırasında anne ölümlerinin savaş öncesine göre 20 kat artmış olması.
Doğumların Azalması
Felaket, şiddetli yetersiz beslenme nedeniyle daha da ağırlaşıyor. Ağustos 2025’te “Save the Children” ve “ActionAid” gibi uluslararası kuruluşlar, hamile ve emziren kadınların %40 ila %70’inin yetersiz beslenmeden mustarip olduğunu, bunun hem kadınların hem de fetüslerinin yaşamını tehdit ettiğini ve yeni doğanları emzirme kapasitelerini ciddi biçimde zayıflattığını duyurdu.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA) Haziran 2025’te yayımlanan “işgal altındaki Filistin topraklarındaki duruma” ilişkin raporuna göre, ebeveynlik ve yenidoğan bakımı yakıt yokluğu ve tıbbi hizmetlerdeki çöküş nedeniyle tamamen durma noktasına gelmiş, bu da hamile kadınları, prematüre bebekleri ve düşük doğum ağırlıklı yeni doğanları hayatta tutacak her türlü desteğin yok olmasıyla baş başa bırakmıştır.
Raporda, doğum sayılarındaki keskin düşüş, buna karşılık anne ve yenidoğan ölümlerindeki artış açıkça kaydedilmekte; bu tablo, sağlık hizmetlerinin çöküşünün ve kadınların doğum yapmaya zorlandığı ölümcül koşulların çarpıcı bir yansıması olarak değerlendirilmektedir.
Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre, 2025 yılının ilk altı ayında yalnızca 17.000 doğum gerçekleşti; bu, 2022’nin aynı dönemine kıyasla %41’lik çok yüksek bir düşüş demektir. Bakanlık ayrıca düşük vakalarında da ciddi bir artış olduğunu, 2.600’den fazla kadının düşük yaşadığını ve 220 hamilelik ilişkili ölümün doğum öncesi dönemde meydana geldiğini bildirdi.
Verilere göre prematüre doğumlar ve düşük doğum ağırlığı keskin biçimde yükseldi: 1.460’tan fazla bebek zamanından önce doğdu, 1.600’den fazla bebek düşük kiloyla dünyaya geldi ve 2.500’den fazla yenidoğan yoğun bakıma alındı. Ayrıca yenidoğan ölümlerinde artış kaydedildi; bunlar arasında yaşamının ilk gününde ölen en az 21 bebek bulunuyor.
Öte yandan “Save the Children”, Temmuz ayında Gazze’deki kliniklerine başvuran hamile ve emziren kadınların %43’ünün yetersiz beslenme yaşadığını bildirdi. Kuruluş, bazı emziren annelerin derin bir umutsuzluk ve ölüm korkusu içinde olduğunu belirtti. Temmuz ayının ilk yarısında muayene edilen 747 kadından 323’ünün (%43) yetersiz beslenme belirtileri gösterdiği tespit edildi; bu durum, hem çocuklarına bakma hem de gebeliği sürdürme kapasitelerini ciddi biçimde etkileyebilir.
Derin Düşünsel Dönüşümler
Kadın ve toplum çalışmaları alanında uzman araştırmacı Merihan Ebu Lebn, özel bir mülakatta, Gazze’deki mevcut soykırım sürecinde Filistinli kadınların farkındalığında yaşanan dönüşümün, modern Filistin toplumsal tarihinin en sert ve en sarsıcı kırılmalarından biri olduğunu vurguluyor. Ona göre, daha önce doğurganlığı ulusal bir görev ve direniş eylemi olarak gören Gazze’li kadın, bugün doğumu artık bir varoluş sembolü değil; yeni bir kayıp ihtimali ve hayatın kendisine yönelen bir tehdit olarak düşünüyor.
Ebu Lebn, bu dönüşümü “Filistinli anneliğin sembolik bir suikastı” olarak nitelendiriyor. Artık kadınların davranışlarını belirleyen temel unsur ölüm korkusu değil; insanî varoluş koşullarının ortadan kaldırıldığı bir gerçeklikte hayatı sürdürme korkusu.
Şöyle ekliyor: “Bu düşünsel dönüşüm, direnişten uzaklaşmak ya da Filistin kimliğinin özünü oluşturan sarsılmaz duruşu terk etmek değildir. Aksine, bedeni ve anlamı aynı anda hedef alan bileşik bir soykırımın doğrudan sonucudur. Kadın doğurmaktan korkmak zorunda bırakıldığında, bu, savaşın bombalamayı ve öldürmeyi aşarak kolektif bilincin en derin yerine, yaşamın rahmine kadar sızdığı anlamına gelir.”
Ebu Lebn’e göre soykırım yalnızca Gazze’nin maddi altyapısını tahrip etmekle kalmamış, Filistin toplumunun tarih boyunca merkezinde yer alan kadının taşıdığı sembolik yapıyı da zayıflatmıştır. Bir zamanlar varoluşun temsili olan rahim, bugün varoluşsal kaygının mekânına dönüşmüş; doğurganlık ise yoğun korkuyla şartlandırılmıştır.
Araştırmacı, bu dönüşümün ortaya çıkmasını bir dizi zorlayıcı faktörün kesişimine bağlıyor:
– Gıda güvensizliği ve giderek artan açlık,
– Doktorlara, hastanelere, tedaviye ve bebek mamalarına erişimin çökmesi,
– Sağlık sisteminin tamamen dağılması,
– Çocuklara yönelik toplu ölümlerin yaygınlaşması.
“Bir kadın sokaklarda bebek cesetleri gördüğünde ya da bir annenin evlatlarını enkaz altına gömdüğüne tanık olduğunda, doğum kararı kahramanca değil, acı verici bir eyleme dönüşüyor” diye ifade ediyor.
Ebu Lebn, “doğumu bir direniş eylemi olarak görme” fikrinin sıradan bir slogan olmadığını da vurguluyor. Bu yaklaşım, Filistin-İsrail çatışmasının demografik savaş denklemine dayanan yapısal gerçekliğinin bir parçasıdır. Siyonist projenin başlangıcından bu yana nüfus yoğunluğu, toprak üzerinde hâkimiyet kurmanın temel araçlarından biri oldu. Buna karşılık Filistinliler, doğumu coğrafya üzerinde bir egemenlik eylemi, ulusal varlığın devamı için bir teminat olarak gördüler.
Ancak günümüzdeki soykırım bu tarihsel rolü felce uğratmış; anneliği bir aidiyet ve süreklilik eylemi olmaktan çıkarıp derin bir varoluş korkusunun deneyimine dönüştürmüştür.
Sonuç
Kadın, kendi hayatı ile doğması muhtemel bir çocuğun hayatı arasında seçim yapmaya zorlandığında; doğum, bir vaat değil de bir yük gibi hissettirildiğinde, savaş insan bilincinin en dokunulmaz alanına — kadının umut hakkına — nüfuz etmiş demektir. Buna rağmen araştırmacı Ebu Lebn, bu dönüşümün Filistin’in köklü direniş doktrininde bir kırılma olarak okunmaması gerektiğini vurguluyor: “Bugün yaşanan, soykırım koşullarının ürettiği olağanüstü bir durumdur; ulusal bilincin gerilemesi değildir. Filistinli kadın yaşam iradesini kaybetmedi, ancak onu koruyacak araçları geçici olarak yitirdi.”
Ebu Lebn, güvenlik hissinin — yavaş da olsa — yeniden tesis edilmesinin, Filistin deneyiminde anneliğin her zaman taşıdığı kadın direnişinin ruhunu yeniden uyandırmaya yeteceğini belirtiyor. Temel yaşam koşulları sağlandığında kadın, varoluşun koruyucusu olarak doğal rolüne dönecek; doğum ise yeniden bir direniş eylemi, yaşamın kendisi üzerinde kurulan bir egemenlik pratiği hâline gelecektir.
Ebu Lebn bu dönemi “içgüdü ile siyasetin temas noktası” olarak tanımlıyor. Filistinli kadın artık yalnızca demografik boşluğu doldurmak için doğurmuyor; varlık mücadelesinin içinde yer aldığını göstermek için doğuruyor. Savaş onu doğurmaktan alıkoyduğunda bu, bir geri çekilme değil; hayatın kendisini hedef alan kolektif yaranın derinliğini dışa vuran bir çığlık.
“Bu bir kadın yenilgisi değil, açık bir ulusal yaradır.”
Araştırmacıya göre bu direnişçi bilincin yeniden inşası, kadınlar için varoluşsal güvenliğin yeniden sağlanmasıyla mümkündür. Bir kadın, çocuğunun yaşayacağına inanırsa, enkazların arasında bile doğurur; ölümün artık kaçınılmaz bir kader olmadığını hissettiğinde ise, yaşamı yeniden bir direniş eylemi olarak üretmeye başlar.
Bu çelişki, Filistinlilerin hayatta kalma sınırlarında yürüdükleri gerçeğini özetliyor. Gazze’de kadınların doğumdan korkma ile doğuma tutunma arasında sıkışan tercihleri, varoluş mücadelesinin aynasına dönüşmüş durumda. Beden ile siyasetin, yaşam ile direnişin kesiştiği bu anda, sürmek, başlı başına bir direniş eylemi hâline geliyor.



