Filistin Yönetimi ve “Haşlanan Kurbağa Sendromu”

İsrail Meclisi (Knesset) birkaç gün önce – 23 Temmuz 2025’te – Batı Şeria üzerinde İsrail egemenliği dayatılması yönünde oy kullandı ve nehir ile deniz arasındaki bölgede herhangi bir Filistin siyasi yapısının kurulmasını kesin bir dille reddettiğini yeniden teyit etti.
Bu, 1993 Oslo Anlaşması’ndan bu yana İsrail Meclisi’nin Batı Şeria topraklarının ilhakına yönelik hukuki nitelikte adımlar attığı ilk sefer olarak değerlendiriliyor. Bu durum, yalnızca fiili değil, aynı zamanda resmî düzeyde de Oslo Anlaşması’nın aşılmasına dair bir teyit anlamına geliyor.
Ancak bu adım tek başına gerçekleşmiş bir karar alma değil, aksine Batı Şeria’daki durumu fiilen ve kökten değiştirmeyi hedefleyen uzun vadeli bir politikanın parçasıdır. Özellikle sağ ve aşırı sağ unsurlardan oluşan mevcut faşist hükümetin iktidara gelmesiyle birlikte bu tür uygulamaların hızı önemli ölçüde arttı.
Burada dikkatle durulması ve vurgulanması gereken nokta, Filistin yönetimi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün, hem liderlik hem kurumsal yapılar düzeyinde, İsrail’in sahada dayattığı bu yeni gerçeklik karşısındaki tutumudur.
Bu tutum, halk arasında “haşlanan kurbağa teorisi” olarak bilinen olguyu hatırlatıyor. Bu teoriye göre, bir kurbağa sıcaklığı yavaş yavaş artan bir tencere suya konduğunda, suyun sıcaklığındaki değişimi fark etmez ya da fark etmeyi reddeder. Kurbağa, su kaynama noktasına ulaştığında artık dayanamaz hâle gelir ve sıcaktan güçsüz düşerek tencereden zıplayamaz ve ölür. Oysa suyun ısısındaki artışı baştan fark etmiş olsaydı, belki de zıplayarak kendini suyun dışına atıp kurtulabilirdi.
Ramallah’taki Filistin liderliğinin “mazeretleri ortadan kaldırma politikası” diye adlandırdığı yaklaşım ise, aslında sürekli değişen gerçekliğe uyum sağlayarak kurtulma ihtimaline dair bir kendini kandırmadan başka bir şey değildir.
İsrail hükümetlerinin ardı ardına aldığı bir dizi önlem, yalnızca siyasi çözüm ve iki devletli çözüm ihtimalini değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’ni ve Filistin siyasi kurumlarını da kaçınılmaz biçimde ortadan kaldıracaktır. Bazılarına göre bu kurumlar zaten uzun zaman önce İsrail işgali tarafından fiilen yok edilmiştir; ancak İsrail onları gömmek istememekte, böylece Filistinlilerin ve uluslararası toplumun bir kısmının kendilerini bu yapılarla oyalamasına ve kendi kendilerini aldatmaya devam etmesine olanak tanımaktadır.
Filistin siyasi liderliği, çeşitli seviyelerde, genel bir işlevsizlik ve performans zayıflığına yol açan bir dizi sorun yaşamaktadır. Bu durum, işgalci İsrail hükümetinin, aşırı uçtaki işgalci politikalarını uygulama ve sahada yeni bir gerçekliği dayatma konusunda işini kolaylaştırmıştır.
Yaşlılık, Filistin siyasi kurumlarının temel özelliği hâline gelmiştir; bu kurumların liderlerinin büyük çoğunluğu artık ömrünün sonbaharını yaşamaktadır. Kurumların meşruiyeti veya yapısı onlarca yıldır yenilenmemiştir. Hatta bazı kurumların kaç üyesi olduğu ya da bu üyelerin kimler olduğu ne siyasi liderlik, ne parti kadroları ne de Filistin halkı tarafından bilinmektedir.
Üst düzey liderlik, siyasi sistemde bir görevi değiştirmeye ya da yeni bir pozisyon oluşturmaya karar verdiğinde, bu genellikle dış aktörlerin talebi üzerine ya da belirli bir maddi desteği temin etme umuduyla yapılmaktadır. Bu tür değişiklikler hiçbir şekilde gerçek bir reform ya da gelişim anlamı taşımamaktadır. Son dönemde yaşanan bazı atamalarda dış yönlendirmelerin etkisi açıkça görülmüştür.
Kurumsal ve liderlik düzeyindeki yaşlılık, kurumların en temel idari ve işlevsel görevlerini dahi yerine getirememesine neden olmuştur. Bu durum, siyasi ve ulusal görevlerdeki yetersizlikle birleşerek, çalışanların maaşlarının ödenememesi, resmi kurumların mesai saatlerinin asgari düzeye indirilmesi ve genel olarak kamu ve özel sektör performansında ciddi bir dağınıklık şeklinde kendini göstermektedir. Tüm bu unsurlar, Filistin’in idari ve kurumsal yapısını tamamen çöküşün eşiğine getirmiştir.
Bu liderlik krizinin belki de en tehlikeli sonucu, ulusal ve hayati meselelerle ilgilenememe acziyetidir. Gazze’de süregelen soykırım, yıkım ve açlık karşısında siyasi liderliğin ciddi bir tutumu ya da varlığı hissedilmemektedir. Batı Şeria’daki işgal ve yerleşimci saldırıları, Filistin Yönetimi’nin sahadaki ve siyasi düzlemdeki yokluğunu gözler önüne sermektedir.
Bu yetersiz performans, Filistin liderliğinin hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde siyasi olarak giderek daha fazla dışlanmasına neden olmuştur. Öyle ki, artık Filistin meselesine dair konuların, birçok bölgesel ve uluslararası toplantıda, Filistinliler olmaksızın tartışılması sıradan bir durum hâline gelmiştir.
Bu durum bir tür “klinik ölüm”ü andırmaktadır; zira bu yetersizlik ve güçsüzlük göstergeleri, Filistin davasının tüm boyutlarıyla kaynamakta olduğu bir aşamada yaşanmaktadır. Filistin yönetiminin bu durumu, kaynar suya yerleştirilmiş kurbağa metaforunu akla getirmektedir: Kurbağa, ısının yavaş yavaş artmasını fark etmeyip son aşamada kaçamayacak kadar güçsüzleştiği için ölür. Peki, Filistin yönetimi ve liderliği, işgalin uyguladığı ölümcül politikaları ve sahadaki gerçekliği nasıl fark edememekte ya da kabullenememektedir?
Oysa mevcut Filistin siyasi ortamının sıcaklığını artırması, tehlike sinyallerini yakması ve bu gerçeklik karşısında stratejik ve köklü çözümler aramaya sevk etmesi gereken çok sayıda gelişme yaşanmıştır. Bu gelişmeler karşısında, sadece bahaneleri ortadan kaldırma adına pasif bir uyum sergilemek ve kötüleşen gerçeklikle birlikte yaşamayı tercih etmek, hareketsizliğe ve nihayetinde çöküşe davetiye çıkarmaktadır.
Bu gelişmeler şöyle özetlenebilir:
Birincisi: Yerleşim faaliyetlerinin büyümesi ve yerleşim birimi ile karakollarının sayısındaki ciddi artış. Son dönemde Batı Şeria’daki yerleşim sayısı yaklaşık 180’e, yerleşim karakolu (öncü karakol) sayısı ise 215’e ulaşmış durumdadır ve bu karakolların çoğu tam teşekküllü yerleşimlere dönüştürülmek üzere planlanmaktadır. Ayrıca on binlerce yeni konut biriminin inşasına başlanmış, geniş toprak alanlarına el konmuş ve çeşitli türlerde yeni yollar inşa edilmiştir.
Buna ek olarak, mevcut İsrail hükümeti Batı Şeria’daki yasadışı Yahudi yerleşimci nüfusunu iki katına çıkarmayı hedefleyen bir plan yürütmektedir. Bu kapsamda, önümüzdeki yıllarda bölgeye bir milyon yeni yerleşimcinin getirilmesi planlanmakta, bu da kısa sürede Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimci sayısının iki milyona ulaşabileceği ve Filistinli nüfusa yaklaşabileceği anlamına geliyor.
İkincisi: İsrail hükümetinin aldığı bir dizi yasal ve idari karar, Batı Şeria üzerindeki yasal egemenliğini güçlendirmeye yöneliktir. Bu kararlar çerçevesinde yerleşim birimlerinde Sivil İdare’nin yetkileri iptal edilmiş, “B Bölgesi” statüsü kaldırılmış ve bu bölgelerdeki idari ve güvenlik yetkileri doğrudan işgal otoritesine devredilmiştir.
Ayrıca, “koordinatör” (askeri vali) konumundaki yetkilinin yetkileri genişletilmiş ve Batı Şeria’daki fiili vali haline gelmiştir. Vatandaşlar artık tüm işlemleri doğrudan bu yetkili ile yürütmek zorundadır. Aynı şekilde, Filistin Yönetimi tarafından yapılmış olan tüm tapu ve arazi tespit işlemleri geçersiz kılınmış, bu alanın sorumluluğu da tamamen işgalci İsrail hükümetine devredilmiştir. Bu ve benzeri birçok uygulama, İsrail işgalinin sahadaki doğrudan varlığını pekiştirmekte ve Filistin Yönetimi’nin zaten sınırlı olan yetkisini daha da zayıflatmaktadır.
Üçüncüsü: İsrail içinde iki devletli çözüm ve herhangi bir Filistin siyasi yapısının kurulması fikrine yönelik tartışma sona erdirildi. Bu, Knesset’in (İsrail parlamentosu) yaptığı iki oylama ile açıkça ortaya kondu: İlki, 4 Haziran sınırlarında bir Filistin devleti kurulmasını ezici çoğunlukla reddetti.
İkincisi ise “İsrail’in” Batı Şeria dâhil olmak üzere tüm Filistin topraklarında egemenliğini tesis etme hakkını tanıdı ve hükümeti bu egemenliği uygulamak için gerekli adımları atmaya çağırdı. Bu, Oslo siyasetinin tamamen sona erdiği ve siyasi bir çözüm ya da müzakere sürecinde muhatap olabilecek herhangi bir İsrailli tarafın kalmadığı anlamına geliyor.
Dördüncüsü: İsrail’in Filistin Yönetimi’ne karşı uyguladığı ekonomik baskı, Filistin yönetimini ciddi bir ekonomik darboğaza sokmuştur. Filistin Yönetimi artık çalışan maaşlarını ödeyememekte, ekonomik ya da kalkınma projelerini yürütememektedir. İsrail, Filistin Yönetimi’ne ait yaklaşık 2,7 milyar dolar tutarındaki fonu alıkoymakta ve pazara yoğun şekilde İsrail şekeli sürerek dövizle değiştirilmesine izin vermemektedir. Bu da çok yönlü ekonomik krizlere yol açmaktadır.
Beşincisi: Filistin Yönetimi’nin ulusal imajı, halk nezdinde reddedilen ve gayri millî olarak sınıflandırılan adımlara zorlanarak zedelenmiştir. Bunlar arasında; şehit ailelerinin ve tutukluların maaşlarının kesilmesi, Filistin müfredatındaki millî sabitelerin ve kavramların kaldırılması yönündeki taleplerin kabulü, güvenlik koordinasyonunun yoğunlaştırılması ve direnişçilerin Batı Şeria’da takip edilmesi yer almaktadır. Bu iş birliği, bazen sahada ortak operasyonlara kadar varmış, örneğin Cenin ve Tulkarim’de birlikte hareket edilmiştir. Tüm bunların, Filistin Yönetimi’nin millî meşruiyetini ciddi şekilde sorgulatır hale getirdiği görülmektedir.
Altıncısı: Filistin halkının kutsallarına ve temel değerlerine yönelik saldırılar artmıştır. Bunların başında insanın kutsallığı gelmektedir. Son iki yılda İsrail, Filistinlilere karşı kesintisiz bir soykırım uygulamış, on binlerce kişiyi cezaevlerinde ağır işkencelere ve daha önce görülmemiş baskı yöntemlerine maruz bırakmıştır. Ayrıca, Kudüs’teki Mescid-i Aksa ve El-Halil’deki İbrahim Camii başta olmak üzere kutsal mekânlara yönelik ihlallerde her türlü sınır aşılmıştır.
Yedincisi: İsrail, Birleşmiş Milletler’in Filistin meselesindeki rolünü, özellikle işgal altındaki topraklardaki faaliyetlerini baltalamak için yoğun çaba sarf etmektedir. Bu bağlamda, BM’ye bağlı UNRWA’ya (Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) karşı ciddi bir kampanya yürütülmüş; faaliyetleri kısıtlanmış, Batı Şeria ve Gazze’deki çalışmaları engellenmiş ve kurumsal itibarı zedelenmeye çalışılmıştır. ABD’nin de desteğiyle, mülteci meselesinin uluslararası tanıklığını sona erdirmek hedeflenmiştir.
Aynı bağlamda, direnişi bahane ederek Filistin mülteci kamplarını sistematik şekilde yok etmeye çalışmış; Cenin ve Tulkarim mülteci kamplarını yerle bir etmiş ve çok sayıda sakini yerinden etmiştir.
Tüm bu uygulamalar ve daha fazlası, dünyanın gözü önünde gerçekleşiyor; ancak kimse ciddi bir tepki vermiyor. Daha da önemlisi, bu gelişmeler Filistin Yönetimi’nin gözleri önünde cereyan ediyor. Bu durum, gözlemcileri şu iki ihtimalden birine inandırıyor: Ya Filistin siyasi liderliği ve Filistin Yönetimi kendini kandırıyor, bahaneleri ortadan kaldırarak ve mevcut durumla – ne kadar kötü olursa olsun – uyum sağlayarak bir güvenlik hayali kuruyor; ya da gerçekten içinde bulunulan durumu algılayamıyor ve etraflarında olup biteni bilmiyorlar ki bu, daha da büyük bir felaket olur.
Artık çevredeki sıcaklığı hissetmenin ve karmaşık, zorlayıcı gerçeklikle ciddiyetle yüzleşmenin zamanı gelmiştir. Özellikle Gazze’ye karşı yürütülen soykırım savaşı sonrasında, tüm siyasi ve toplumsal Filistin bileşenleriyle derhal temas kurularak mevcut duruma karşı ciddi ve sorumlu bir ulusal plan oluşturulmalıdır. Bu plan, Filistin halkının bu zorluklara birlik içinde karşı durmasına olanak tanımalıdır.
Filistin halkı, uzun mücadelelerle yoğrulmuş, deneyimli bir halktır. Tek ihtiyaçları, inançlı ve yetkin bir liderliktir. Bu sağlandığında, Filistin halkının yanında durmaya hazır kalan birkaç kardeş ve dost ülke de cesaretlenecek ve bu küstah, faşist düşmana karşı birlikte durabileceklerdir. Beklemek kimseye fayda sağlamaz; sadece işgali ve onun politikalarını güçlendirir.
Bu makale Aljazeera.net’de yayınlanmıştır.