Eğreti barış: Arap-İsrail ‘normalleşmesinin’ geleceğine ilişkin jeopolitik senaryolar
Yazar: Dr. Ceyhun Çiçekçi
Çoğu zaman gündelik haberlerin akışı içinde kaybolur ve anlamlı bir çerçeve çizmekten mahrum kalırız. Bu açıdan bakarsak, teknolojik nimetler vasıtasıyla küreselleşen günümüzün bilgi bombardımanı dünyasında, olayları ve parçası oldukları eğilimleri tespit etmenin güçleştiğini kavrayabiliriz. Arap-İsrail normalleşmesi olarak gelişen süreç de benzer bir kadere sahip. Söz konusu jeopolitik eğilimleri geniş bir çerçeve içerisine yerleştirerek anlamlandırmak, jeopolitik karşı ataklar yapabilmenin de başat koşuludur. Bu bağlamda, belki de klişe bir analojiyle resme biraz daha uzaktan bakmak ya da haritanın ölçeğini küçültmek işimizi kolaylaştırabilir. Arap-İsrail yakınlaşmasının zirve noktası olarak kabul edilebilecek olan İbrahim Anlaşması, Donald Trump’ın yönetimindeki Amerikan gücünün yoğun etkileriyle ortaya çıkmış bir sonuçtu. Ayrıca bölgesel düzeydeki “İran tehdidi”, söz konusu anlaşmayı mümkün kılan temel faktör olarak belirmişti.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn’in öncülüğünde Arap yarımadasındaki küçük Arap monarşilerinin başlattığı İsrail’le normalleşme süreci, salt Arap kalpgâhıyla sınırlı kalmayarak, Sudan ve Fas’la birlikte Afrika kıtası yönünde de bir açılım sağlamıştı. Fakat bu süreç, temelde Amerikan yönetiminin sponsorluğunda ve ilgili devletlere verdiği tavizlerle yürüdüğünden, Trump iktidarının sona erdiği bir atmosferde süreklilik arz edebilir mi? Obama yönetiminin replikası olarak şekillenmesi beklenen Biden yönetiminin bölgesel etkileri, söz konusu normalleşmenin kırılmaya uğramasına sebep olabilir mi? Bu sorular ekseninde cevaplar aramalıyız.
Normalleşmenin yapısal temelleri
Uluslararası politikada her devlet, diğer devletlerin kendisine tanıdığı sınırlar ve imkânlar çerçevesinde hareket eder ve bu süreç nihayetinde yapısal bir çerçevenin oluşmasını sağlar. Devlet nihayetinde çıkarlarını maksimize etmenin peşindedir ve bu kural her devletin bir diğerinin oyun sahasını şekillendirmesine sebep olur. Kısacası uluslararası politika arenası, devletlerin her yeni hamleyle bir diğerini etkilediği ve davranışlarını belirlediği yapısal bir rol oynar. Arap-İsrail normalleşmesi olarak kabul edilen süreç de bu tanımdan bağımsız değildir ve Trump yönetiminin İsrail-Filistin politikası da bu çerçeveden okunabilir. Amerikan gücünün göreceli düşüşü hem küresel hem de bölgesel düzeylerde çeşitli sonuçlara yol açtı. Bush’un Irak’tan çekilme takvimini açıklaması (2007), Rusya’nın NATO’nun Barış İçin Ortaklık misyonuna dâhil olan “potansiyel üyesi” Gürcistan’a müdahale ederek ülkeyi fiilen üçe bölmesi (2008) ve Büyük Buhran’la (1929) kıyaslanan Mortgage Krizi’nin (2008) ekonomiyi altüst etmesi, Amerikan gücünün küresel düşüşünün temel göstergeleriydi.
Her ne kadar başlangıç noktası olarak farklı tarihler ve olgular anılabilecek olsa da, en nihayetinde Amerikan varlığı silikleşmeye başladı ve bu silikleşme Obama’nın yönetiminde belirgin bir hal aldı. Söz konusu tedrici çekilme etkilerini, belki de en önemli sonuçlarını, Ukrayna’nın fiilen bölünmesinde, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakında (2014) ve Arap Baharı sürecinde Suriye, Libya ve Yemen’de artan Rus-İran etkisinde gösterdi.
Söz konusu tedrici çekilmenin sonuçlarından biri de Arap-İsrail normalleşmesi olarak belirdi. Obama yönetiminden anımsayabileceğimiz bir kavramsal çerçevede, bir nevi “geriden liderlik” ederek, başta “İran tehdidi” olmak üzere bölgesel sorunların yine bölgesel ortaklar tarafından dengelenmesi, Arap-İsrail ihtilafındaki sorun başlıklarını bir biçimde ortadan kaldırmakla mümkün olabilirdi. Bu çerçevede Trump yönetimi, ivedilikle bu sorun başlıklarına yönelik oldu-bittiler yaratarak zemini temizlemeye çalıştı. Kudüs’ün İsrail’in “başkenti” olarak kabul edilmesi, Golan Tepeleri ilhakının tanınması ve benzeri başlıklar, tek taraflı bir eylem biçimiyle “ortadan kaldırıldılar”. “Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse edilen, Filistin sorununun Trump yönetiminin lensiyle çözümü de benzer sonuçlar doğurdu: Batı Şeria’nın olası ilhakını “engellemeye” yönelik bir gerekçelendirmeyle, Körfez’deki Arap monarşileri hem İsrail’le normalleşme sürecine girdiler hem de Filistin sorununda yeniden pozisyon alarak Arap kamuoyundan gelebilecek muhtemel olumsuz tepkileri dengelemeye çalıştılar.
Bahsi geçen süreçlerin temelinde her ne kadar Amerikan gücünün göreceli düşüşü belirgin bir faktör olarak algılanabilirse de, bölgesel düzeydeki kimi aktörlerin artık etki sahibi birimler olmaktan çıkmaları da oldukça kritik bir işlev yüklenmekte. Nihayetinde Arap-İsrail normalleşmesi olarak kabul edilen süreç, başta Suriye ve Libya olmak üzere Arap Baharı sürecinde parçalanan, iç savaşa sürüklenen ve merkezi otoritesini kaybeden ülkelerden mürekkep bir coğrafyada mümkün olabildi. Bu açıdan net bir biçimde ifade edilmelidir ki bölgesel düzeydeki rakiplerin yok olması veya eski güçlerini yitirmesi, İsrail merkezli stratejilere alan açmış durumda. Hatta söz konusu aktörlere, Amerikan işgali (2003) sonrası ortadan kaldırılan Saddam rejiminin yokluğunda fiilen etkisizleşmiş Bağdat yönetimi de eklenebilir.
Normalleşmenin jeopolitik geleceği
Arap-İsrail normalleşmesi yukarıda anlatılan altyapı çerçevesinde mümkün olabilmiştir. Fakat Amerikan yönetiminin değişmesi ve bunun özellikle kısa vadede İran’ın etkisini bölgesel düzeyde artırabilecek bir imkân sunması, söz konusu normalleşme sürecinin kesintiye uğramasına sebep olabilir. Ayrıca Ortadoğu’nun tarihsel “devrimci” güçlerinin olası jeopolitik restorasyonu, monarşik yapıları politika üretme serbestisi hususunda sınırlandırabilir ve orta-uzun vadede Arap dış politika davranışını dönüştürebilir. Bu bağlamda Arap-İsrail normalleşmesi, ilânihaye sürmesi mümkün gözükmeyen ve çeşitli düzeylerden kırılmalara açık bir profil arz ediyor. İlk ve daha yakın bir geleceğe işaret etmesi açısından, İran’ın bölgesel konumu üzerine değerlendirmelerde bulunmak yerinde olacaktır. Bu bağlamda, Biden yönetiminin dış politika ajandasındaki bölgesel önceliğini İran’ın nükleer faaliyetlerinin oluşturduğu belirginleşmiş durumda.
Amerikan gücünün bölgeden çekilişini de resmeden gelişmelerden biri olarak görülen, (İran’la yapılan nükleer anlaşma olarak bilinen) 2015 yılında imzalanan Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nın Biden yönetiminde restore edilerek yeniden işlev kazanacağına dair güçlü mesajlar veriliyor. Bu çerçevede denilebilir ki İran Obama döneminde kazandığı uluslararası prestije ve bölgesel meşruiyet kapasitesine yeniden kavuşacaktır. Her ne kadar İran’ın nükleer faaliyetlerini uluslararası bir denetime tabi kılmaya yönelik bir girişim olsa da, İran diplomasisi söz konusu anlaşmayı uluslararası sisteme entegrasyonu üzerinden pazarlayarak bölgesel nüfuzunu artıracak girişimlerde bulunacaktır. Bu açıdan bakıldığında, Biden yönetiminin İran ile yeni bir anlaşma zemininde buluşması, Arap-İsrail normalleşmesinin de altını oyabilecek bir potansiyele sahip.
Biden yönetiminin İran’la ortak bir zemin yakalaması, özellikle Körfez monarşilerini ve dolayısıyla da İsrail’i yakından ilgilendirecektir. Bu kapsamda, yakın bir zaman önce Katar’a yönelik 2017 yılından itibaren uygulanan ablukanın kaldırılması da İran’a karşı bölgesel birlikteliği sağlayabilmek adına kurgulanmış görünüyor. Amacıyla ters sonuçlar üreten söz konusu Katar ablukası, Körfez’deki İran’ın etkisinin artmasına vesile oldu; bu durum ise Körfez’in stratejik pozisyonunu zayıflattı. Biden yönetimine hazırlık olarak da yorumlanabilecek olan bu gelişme, aynı zamanda söz konusu “sopa politikasını” kurgulayan yönetici eliti de zor durumda bıraktı.
Potansiyel ABD-İran uzlaşısı, bir diğer boyutuyla da Arap-İsrail normalleşmesi olarak beliren süreci temelinden sarsabilecek bir kapasiteye sahip görünüyor. Her ne kadar küçük Körfez monarşileri söz konusu sürece dâhil olmuşlarsa da, Suudi Arabistan’ın sürece yönelik çekingen tavrı, önümüzdeki aylarda/yıllarda da belirginleşmesi muhtemel İran etkisinin artışıyla birlikte anlam kazanacaktır. Arap-İsrail normalleşmesini mümkün kılan yapısal gerekçelerden biri olarak Trump yönetiminin İran’a yönelik sert sınırlandırma stratejisi, Biden yönetimi altında yumuşak güç unsurlarının devreye sokulduğu diplomatik bir görünüm kazanabilir. Nihayetinde Amerikan gücünün küresel perspektifi Uzak Asya’ya dönük bir dengeleme stratejisini dayatmakta. Amerikan iç politikasında artık alenileşen bir ihtiyaç olarak yeniden tanzim süreci de zaman ve enerji çalacağı için, Biden yönetiminin Ortadoğu bölgesinde, Obama yönetimine benzer bir tedrici çekilme sürecini devam ettireceğini öngörmek, kuşkusuz makul bir yorum olacaktır. Bu durum da İran’ın diplomatik yollarla denetim altına alınmasını dayatacağı ve bölgesel meşruiyetini göreceli olarak kuvvetlendireceği için, Arap-İsrail normalleşmesindeki domino etkisini sona erdirebilir. Suudi Arabistan’ın söz konusu sürece resmi olarak ısrarla dâhil olmaması, bölgesel eğilimlerin önüne bir set çekebilir ve diğer Arap rejimlerini de normalleşme sürecinden uzak durmaya sevk edebilir. Ayrıca uzun vadeli bir perspektifle iddia edilebilir ki Irak, Suriye ve Libya’daki gelişmeler de Arap-İsrail barışını şekillendirebilecek potansiyele sahipler.
Bugün itibarıyla her üç ülke de ya merkezi otoritesini kaybetmiş ya teritoryal bütünlüğünü yitirmiş ya da başka devletlerin güdümünde bir statüde hayatlarını sürdürmekteler. Söz konusu ülkelerin dış politika tarihlerine, Filistin sorunu ve Arap-İsrail ihtilafı özelinde bölgesel düzeydeki stratejik rollerine bakıldığında, Arap-İsrail normalleşmesini uzun vadede etkileyebilecek bir kapasiteye sahip oldukları görülebilir. Bu çerçevede düşünüldüğünde Irak, Suriye ve Libya’nın istikrarlı bir yapı tesis ederek bölgesel-uluslararası sisteme yeniden katılmaları, Körfez monarşilerini ciddi anlamda zora sokacak gelişmeler olacaktır. Bir diğer ifadeyle, İsrail burada anılan üç ülkeyle (özellikle de hukuken savaş halinde olduğu ve topraklarını işgal ve ilhak ettiği Suriye’yle) bir normalleşme sürecine girmedikçe, Arap-İsrail normalleşmesi olarak devam eden sürecin günün birinde akamete uğraması ve hatta ters yüz olması kaçınılmaz görünüyor. Yukarıda anılan çerçevede özellikle Suriye’nin artık merkezi bir denetimden mahrum olması, İsrail’in elini güçlendirdiği kadar, Şam rejiminin potansiyel baskısından kurtulan Arap monarşilerini de rahatlatmış durumda.
Bu bağlamda özellikle belirtilmelidir ki Suriye İsrail’le defaatle savaşmış, topraklarını kaybetmiş ve barış anlaşması imzalamamış (İsrail’le hukuken savaş halinde olan) bir devlet olarak, Arap-İsrail normalleşmesi olarak anılan sürecin merkezinde bulunmalıdır. Hâlbuki bugün BAE ve Bahreyn gibi küçük Körfez monarşilerinin “normalleşme” adı altında kalkışılan süreçlerin parçaları ve hatta öncüleri olmaları, İsrail’le zaten çatışmalı bir tarihe sahip olmamaları sebebiyle, tarihsel olarak pek bir anlama sahip değil. Bir diğer ifadeyle, Suriye’de herhangi bir yönetim altında jeopolitik bir bütünleşme söz konusu olabilirse, bu durum kuşkusuz Arap-İsrail normalleşmesi olarak anılan sürece etki edebilir. Fakat halihazırdaki statüsüne bakıldığında, özellikle ülkenin kuzeydoğusunda Amerikan şemsiyesi altında serpilen Kürt otonomisi ve ayrıca Şam yönetimi üzerindeki Rus-İran etkisi göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu jeopolitik entegrasyonun kısa vadede pek mümkün olmadığı tespit edilebilir. Bu çerçevede, Libya’nın iç savaşa sürüklenmesi ve fiilen ikiye bölünmesi de benzer bir soruna işaret etmekte. Her ne kadar Kuzey Afrika’da bulunsa dahi, Libya’nın özellikle Kaddafi rejimi döneminde Arap dünyasını etkileyen bir kapasitesi olduğu, bilhassa yüksek petrol gelirleri sayesinde ekonomik anlamda önemli bir bölgesel aktör olarak belirdiği akılda tutulmalı.
Ayrıca Libya’nın petrol üretim seviyesi, petrolün küresel arzı itibariyle fiyat belirleme sürecinde başat aktörlerden biri olarak konumlanmasını beraberinde getirmiş ve bunu bir dış politika kozu olarak kullanmasını mümkün kılmıştı. Bu bağlamda Libya’da süregiden iç savaş atmosferi, hiç değilse söylem düzeyinde, Körfez monarşilerini sınırlandırmayı ve etkilerini azaltmayı engellemekte. Ayrıca Sudan ve Fas üzerinden devam eden Arap-İsrail normalleşmesinin Afrika boyutu, halihazırda Libya’nın aktör vasfını kaybetmiş olması vesilesiyle, önemli bir faktörün sınırlandırıcı ve yönlendirici etkisi olmaksızın hayata geçirilmiş durumda. Bu açıdan bakıldığında, Libya’nın yeniden jeopolitik entegrasyonu ve merkezi bir yönetimin denetimi altına girmesi, Arap-İsrail normalleşmesinin sürdürüldüğü rahat atmosferi zedeleyebilir. Ayrıca Irak’ın stratejik etkisizliği de epey kritik bir öneme sahip. İsrail yönetici elitinin Kuzey Irak’taki Kürt bağımsızlık referandumuna (2017) verdiği yoğun ve ateşli destek hatırlanacak olursa, Irak’ın jeopolitik bir bütünlük içinde kalmasının engellenmesine dair bir kavrayış kolaylığı da sağlanabilir.
Bu çerçeveden bakıldığında, özellikle Saddam rejiminin 1980’li yıllarda edindiği bölgesel statü, İsrail’e yönelik başat ulusal güvenlik tehditlerinden biri olarak belirmesini beraberinde getirmişti. Her ne kadar Kuveyt’in işgal edilmesiyle (1990) Arap dünyasındaki liderlik iddiasını kaybetmiş olsa da, Irak İsrail ulusal güvenlik ajandasındaki güçlü konumunu korumuş ve Amerikan işgaline (2003) giden süreci bizzat İsrail istihbarat örgütlerinin manipüle etmesine zemin hazırlamıştı. Bu açıdan bakıldığında, günümüzde Irak’taki İran tesirinin boyutları dahi anlamsızlaşıyor. Nihayetinde Arap-İsrail normalleşmesinin sekteye uğraması, merkezi otoritesini güçlendirmiş ve jeopolitik entegrasyonunu tamamlamış bir devlet olarak Irak’ın yeniden tarih sahnesine çıkmasıyla mümkün olabilir. Böylesi bir yeniden doğuş ise kısa vadede mümkün görünmüyor. Lakin gerçekleştiği takdirde, özellikle de Körfez’deki monarşilerin dış politika davranışlarını belirleme hususunda, bunun yapısal bir etken olarak hesaba katılması gerekecektir.
Yukarıda anlatılanlar ışığında söylenebilir ki Arap-İsrail normalleşmesi kısa, orta ve uzun vadelerde akamete uğrayabilir. İran’ın bölgesel dengelerdeki etkisinin geleceği ve Irak, Suriye ve Libya’nın potansiyel jeopolitik entegrasyonu ve etki kapasiteleri, Arap dünyasındaki dengeleri kökünden değiştirebilecek potansiyele sahip etkenler. Geniş bir tarih aralığıyla bakıldığında, günümüzde Körfez monarşilerinin bölgesel düzeyde hiç olmadığı kadar etkin bir pozisyon edindikleri gözlemlenebilir. Fakat bu durum özellikle dış güçlerin müdahaleleri sayesinde üretilmiş bir sonuç. Bölgesel düzeyde sistem dışına itilen aktörlerden artakalan güç boşluğunda politika üreten Körfez monarşileri, aslında bizatihi bir anomalinin tezahürüdür. Bu monarşiler, tarihin olağan akışı ve bir süreklilikten ziyade, ekseriyetle dış etkenlerin sebep olduğu belirgin bir kırılmanın edilgen unsurlarıdırlar.
[Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Dr. Ceyhun Çiçekçi “Küresel ve Bölgesel Güçlerin Ortadoğu Politikaları: Arap Baharı ve Sonrası” isimli kitabın ortak editörüdür]NOT: Bu yazı 20 Ocak 2021 tarihinde Anadolu Ajansı websitesinde yayınlanmıştır.