Trump Ortaçağlardan mı Gönderildi?
Zulmün adalete, karanlığın aydınlığa, köleliğin hürriyete ve gerilemenin ilerlemeye galip gelmesi mantıklı değildir. Bu durum, İslam ve Arap dünyasından birçok kişinin son iki yüzyılda sömürgeciliğin egemen olmasıyla birlikte İslam aleminde oldukça zayıflayan adalet, aydınlık, hürriyet ve ilerleme ilkelerini benimseyen Avrupa ve Batı kültürüne teslim olmasına sebep olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda Batı’nın zaferiyle söz konusu durum zirvesine ulaşmış ve tarihin sonu teorisi vücut bulmuştur. Buna göre ideolojiler dönemi sona ermiş ve liberalizm ve demokrasi muzaffer olmuştur. Dünya halklarının geri kalanı ise bu medeniyetin ve değerlerinin peşi sıra gidecek ve özellikle de Doğu Avrupa’daki gibi Doğu Bloğu ülkelerini kasıp kavuran demokratikleşme dalgasından sonra kendi ideoloji ve inançlarını kati bir surette terk edecektir.
Fakat tarih henüz bitmemiş ve tablo tedrici olarak ve hızlı bir biçimde tersine dönmektedir. Trump’ın yükselişi bu tersine dönmenin bir parçası olup Amerika’nın ilelebet dünyaya demokrasi ve özgürlük ihraç eden bir konumda olmayacağını göstermektedir. Yaşananların yalnızca bir çehre değişimi olduğunu ve ABD’nin politikalarının aynı kalacağını söylemek makul gözükmemektedir. Zira ABD, Ortaçağ’ın derinliklerinden gelen bu çirkin yüzünü saklayamayacaktır. Trump’ta ve Batı’daki birçok sağcı kesimde net bir şekilde gözlemlenmeye başlayan din tabanlı nefret söylemi, bir anda gelişen bir durum değildir.
Batı’nın Ortadoğu’daki uzantısı olan “İsrail”, artık demokrasi maskesiyle göz aldatamamaktadır. Faşizm eğilimi, işgal devletinde sürekli bir biçimde hayatın tüm alanlarına egemen olmaktadır. Bu durum öyle bir dereceye gelmiştir ki, işgal devletinin siyasi kadrolarına yönelik faşizm ithamını yöneltenler yalnızca Filistinliler ve Arap basını değil, yöneticiler, uzmanlar ve düşünürlerdir. İşgal devletinde sayıca artan ve faşist olarak nitelenemeyecek olan yasalar, İsrailli yazar ve politikacılar tarafından ifade özgürlüğüne müdahale eden ve fikir ayrılıkları nedeniyle solcu ve Siyonist parti ve hareketleri hedef alan yasalar olarak tanımlanmaktadır.
Kısıtlamalar getiren yasa ve politikalar yalnızca 1948 yılında işgal edilen Filistin topraklarındaki Filistin vatandaşlarını değil, Yahudilerin kendilerini de kapsamaktadır. Yasalarda, eğitimde ve yönetimde gitgide artış gösteren ırk ayrımcılığı, siyahi, Rus ve Sefarad Yahudilerini ve Arap ve Filistinlileri içine almaktadır. Dini tabanlı yapılan yasalar herkesin olduğu kadar Yahudilerin de bireysel özgürlüklerini kısıtlamaktadır.
Bu bağlamda, dindarlaşma artmakta ve önceden dışlanmış azınlıklar konumunda olan dini ve radikal sağcı-milliyetçi partilerin yükselişi ve yönetime gelişi artış göstermektedir. Hatta söz konusu partilerin bazıları eskiden yasaklı olup, halihazırdaki İsrail yönetimi yine İsrailliler tarafından İzak Rabin’in katilleri olarak nitelenmektedir. Bu kişiler, yirmi yıl önce İzak Rabin’i öldüren kişilerin şu an “İsrail”i yönetmekte olduğunu ve Yehuda Glick gibi önceden yasaklı olan ırkçı Kah hareketi üyelerinin İsrail meclisinde yer aldığını dile getirmektedir.
Amerikan elçiliğini Kudüs’e taşıma kararının sebebi dinidir. İnsanların ABD’ye girmesinin yasaklanması kararı da dinidir. Yine Batı Şeria ve Kudüs’teki yerleşimleri savunmanın nedeni de dinidir.
ABD tarafından radikal, sağcı, yerleşimci bu hükümetin yerleşimcilik ve Yahudileştirme konularında attığı adımlara karşı verilen benzeri görülmemiş destek – ki bu ABD’nin geleneksel siyasetiyle çelişki arz etmektedir – haçlı seferlerinin yalnızca tarihi bir hadise olmadığını gözler önüne sermektedir. Bu dönüşüm ve söylemin başka bir anlamı olamaz. Yine Avrupa sağ cenahının söylemi ve başka halk ve milletlere, özellikle de İslam toplumlarına yönelik tarihsel nefrete dayalı dini eğiliminin de başka bir açıklaması söz konusu değildir.
Buna karşın son yıllarda Arap ve İslam dünyasında gerçekleşen olaylar, şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde özgürlük, ilerleme ve demokrasi yolundaki derin dönüşümleri ortaya koymaktadır. Arap halklarının devrimleri ve özellikle de barışçıllığı ve medeniliğiyle dünyayı dehşete düşüren Mısır halkının devrimi, bu dönüşümün zirvesidir. Mısır halkının bu tavrı sonucu ABD Başkanı Obama dahi, Amerikan aksanıyla ‘silmiyye’ (barışçıl) kelimesini dillendirerek övgü dolu ifadeler kullanmaya mecbur kalmıştır.
Arap ve İslam dünyasındaki kitlesel hareketler bu yönde ilerlerken, Batı ise tersi istikamette hareket ederek darbeler gerçekleştiğinde devrimci halkların vazgeçmediği İslam’a olan düşmanlıklarından, baskıcı rejimleri destekledi ve yapılan katliamlara göz yumdu. Özgürlük ve demokrasi ilkelerini benimsemiş olan Batı böylece, yalnızca siyasal İslam’ın iktidara gelmesini engellemek amacıyla bir kez daha baskı ve istibdada yönelmiş oldu. Ayrıca Mısır’da olduğu gibi askeri darbeler, binlerce barışçıl göstericinin öldürülmesi ve özgürlük isteyen on binlerce kişinin tutuklanarak işkence edilmesi, yine başka bir ülkede demokratik dönüşüm sebebiyle darbe girişiminde bulunmakla yetinmedi. Bilakis özellikle Suriye’de olduğu gibi devrimci halkların boğulmasına ve soykırıma uğramasına izin verdi. Arap ve İslam dünyasında filizlenecek herhangi bir özgürlük hayalini bastırmak için Libya, Yemen ve Filistin’deki vekilleri aracılığıyla fitneler çıkardı.
Özellikle Batı efsanesine meftun olanlara, Arap dünyasındaki baskı, cinayet, soykırım ve katliamları yapanların Arapların kendileri olduğu söylemi güzel görünebilir. Ancak görmezden gelinemeyecek gerçek, bu kişilerin aslında Batı’nın elinde birer piyon olduğu ve onun istediği gibi kullanıldığıdır. Wikileaks, Guantanamo, Amerika, İngiltere, Almanya ve başka ülkelerin Kaddafi rejimi ve diğer baskıcı Arap rejimleriyle, yargısız infazlar, suikastlar, yargı ve insan hakları örgütlerinin gözlerinden uzak gerçekleşen tutuklama, soruşturma ve işkenceler konusunda işbirliği yapması skandalları, Batı’nın özgürlük, demokrasi ve insan hakları açıklamalarına aldanmamızı imkansız hale getirmektedir.
Şu an, hakkın batıla, güzel insani değerlerin şerre ve medeniyetin gerilemeye bu kez farklı bir coğrafyada galebe çalması için gerekli olan bir tarihi dönüşüm aşamasındayız.
Demokratik olarak seçilmiş liderler idamla yargılanırken, Batı mücrim askeri rejimlerle işbirliği yapmaktadır. Bu apaçık hakikat bizi tek bir sonuca ulaştırmaktadır; Batı artık hakkın, adaletin ve özgürlüğün yanında değil, Yahudi ve Hristiyan dini radikalizminin ve yalnızca İsrail’de olmamak üzere faşist sağcı ideolojinin yanında yer almaktadır. Bu değerlerin yanında olanlarla savaşanlar ise, özgürlük ve adalet mesajlarının taşıyıcıları ve din kisvesine bürünmüş bağnazlar ve insan görünümlü canavarlardır.
Bu tabloda yol uzun gözükse de, artık doğru yol açık olarak ortaya çıkmıştır. Sonuçta başarılı olacak kesim ise, hakkın, özgürlüğün ve adaletin sahte savunucuları değil, gerçek taraftarları olacaktır.