Uzman Görüşü: Türkiye-BAE İlişkilerini Değerlendirmek
Türkiye’nin son dönemde dış politikada ciddi atılımlar yaparak bölge/komşu ülkeleri ile ilişkilerini restore etme yönünde adımlar attığı görülmektedir. Bu bağlamda son olarak Birleşik Arap Emirlikleri ile ikili ilişkileri düzeltmek adına çeşitli düzeylerde karşılıklı ziyaretler yapıldı ve anlaşmalar imzalandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Abu Dabi’ye yaptığı (14-15 Şubat 2022) iki gün süren tarihi ziyaret ile Türkiye-BAE ilişkilerinin normalleşmesi, halihazırda devam eden ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi ve politik ve güvenlik gibi alanlarda da işbirliğinin geliştirilmesi gibi konular üzerinde ittifak sağlandığı bildirildi.
Peki, Türkiye’nin BAE, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelerle ilişkileri düzeltmeye yönelik attığı adımlar Türk dış politikasındaki stratejik bir değişiklikten mi kaynaklanmaktadır? Yoksa bu girişimler sadece ekonomik sebeplere mi dayanmaktadır? Türkiye’nin Arap ülkeleri ile özellikle de -Körfez ülkeleri ile ilişkilerini düzeltmek istemesinin sebepleri nedir? Bölgesel anlamda İran nüfuzuna karşı Türk-Arap anlaşmasının ne gibi etkileri olacaktır? Bölgede İran ve müttefiklerine karşı (özellikle de Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de) Türkiye, Arap ülkelerine destek olabilir mi? Bölgesel sorunlar Türkiye-Arap (BAE) ittifakı ile çözülebilir mi? Bölge ülkeleri ile ilişkileri normalleştirmek için atılan bu adımlar Türkiye’nin bölgede demokratik değişimler ve devrimler için sunduğu destekten vazgeçmesi anlamına mı geliyor? Diğer taraftan Arap ülkelerinin özelde BAE açısından Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek istemesinin sebepleri nedir? Vizyon Siyasi Kalkınma Merkezi uzmanlara yönelttiği sorular ile Türkiye’nin son dönemde dış politikada bölge ülkeleri ile normalleşme adımlarının sebeplerini ve yankılarını incelemektedir.
Uzmanların görüşleri şu şekilde özetlenebilir:
- Türkiye dış politikada bölge ülkeleri ile ilişkilerini yeniden gözden geçiren stratejik bir revizyona gitmek zorunda kalmıştır.
- Biden dönemi şartlarında Ortadoğu’da bölge ülkeleri kendi başlarının çaresine bakmak durumunda kaldıkları için bir şekilde ilişkileri normalleştirmeye yönelik çabalar görülmektedir.
- Türkiye-BAE normalleşmesini sadece ekonomik sebepler bağlamında değerlendirmek yanlış olacaktır. Meselenin siyasi ve güvenlik boyutları göz ardı edilmemelidir.
- Türkiye bölgedeki demokratik değişimleri desteklemekten vazgeçmemekle beraber, bu söylemlerinin dozajını düşürmek zorunda kalmıştır.
Yusuf Bahadır Keskin, Amasya Üniversitesi Öğretim Görevlisi
2021 Ağustos’ta başlayan karşılıklı ziyaretler BAE ile ilişkilerin geliştirilebilmesi adına her iki tarafın da yapıcı politikalar arayışında olduğunu gösteriyor. Suudi Arabistan konusuna gelince; geçtiğimiz ay Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kral Salman bin Abdulaziz el Suud’un kendisini davet ettiğini duyurmuştu. Bu gelişme de esasında bölge adına umut verici. Fakat geç kalmadan somutlaştırılması gerekiyor. Aynı şekilde Mısır ile de ilerleyen aylarda benzer bir süreç beklenebilir. Tabi ki tüm bu yaşananlara sadece ekonomik boyuttan bakmak çok yanıltıcı olur. Son birkaç senedir bölge ülkeleri ile her alanda ilişkilerin gerildiğine şahit olduk ve bu gerilim taraflara pek bir şey kazandırmadı. Günün sonunda tüm taraflar bölgenin refah ve güvenliği için diyalog ve işbirliğinin önemini bir kez daha gördü.
İran yayılmacılığı bölgenin en önemli sorunlarından birisi. Bölgenin jeostratejik önemine binaen İran’ın bu yayılmacı politikaları sadece bölge ülkeleri için değil, tüm dünya için tehdit arz ediyor. Bunu da aslında Körfez bölgesindeki yabancı askeri varlıklar üzerinden okuyabiliriz. İran’ın ve uzantılarının bölgedeki istikrarı tehdit eden girişimlerine karşı ortak politikalar ve manevralar geliştirilmesi gerekiyor. Özellikle ABD’nin bölgedeki hegemonyasının göreceli olarak azaldığı şu dönemlerde… BAE – Suudi Arabistan ve Türkiye’nin farklı coğrafyalarda birbirleriyle kavga etmeyi bırakıp, güvenliği tehdit eden tüm unsurlara karşı ortaklaşa hareket etmesi tüm taraflara fayda yaratacaktır.
Şüphesiz ki Libya, Suriye, Doğu Akdeniz ya da Sudan gibi farklı coğrafyalarda birbirleriyle mücadele eden iki bölgesel aktörün bu sorunları bir kenara bırakıp, işbirliğine yönelmesi dengeleri etkileyecektir. Askeri olarak Türkiye’nin son yıllarda terörle mücadele ve sivil hassasiyet gerektiren operasyonlarda ciddi bir başarısı var. Bu BAE ve özellikle de Suudi Arabistan’ın Yemen’de saplanmış oldukları bataklıktan çıkabilmeleri için bir anahtar olabilir. Suriye’de Rusya faktörü çok önemli bir belirleyici fakat Lübnan ve Irak’taki yeniden yapılanma sürecinde Türkiye ile KİK ülkelerinin ittifakı, İran’ın yıkıcı politikalarını durdurabilir.
Şurada ince bir detayı atlamamamız gerekiyor; Türkiye’nin, KİK ülkelerinde istikrarı ve güvenliği sarsacak girişimlere destek verdiğini söylemek haksızlık olur. Mısır’da Arap Devrimleri döneminde, demokratik seçimlerle gelen ilk ve tek Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye destek verdi ve ülkede istikrarın sağlanabilmesi için en fazla yardım eden ülkelerin başında geliyordu. Keza Suriye’deki olaylar iç savaşa dönüşene dek Ankara, Şam yönetimi ile diyalog kanallarını korumaya çalıştı. Ben Türkiye’nin hala bölgedeki demokratikleşme çabalarını barışçıl yollardan destekleyeceğini fakat istikrarı bozmaya yönelik girişimlerden de uzak durmaya devam edeceğini düşünüyorum.
BAE, ABD’de Trump’ın seçimleri kaybetmesi ve Biden döneminin başlamasıyla hâmisini kaybetti. Bu da izlemekte olduğu agresif politikaları sürdürebilmesini engelledi. Ardından Riyad yönetimi ile ters düşüldü ve bir diğer stratejik ortak yitirildi. Hemen akabinde BAE’nin Körfez Savaşları ya da Arap devrimlerinde dahi sarsılmayan güvenli bölge imajı Husi saldırılarıyla bozuldu. Ne Libya’da ne Yemen’de ne de Suriye’de istenen hedeflere ulaşılamadı. Bu da beraberinde bir restorasyon ihtiyacını getirdi ve Türkiye ile ilişkilerin karşılıklı olarak yeniden gözden geçirildiğini görüyoruz.
Mehmet Rakipoğlu, Sakarya Üniversitesi ORMER Araştırma Görevlisi
Türkiye’nin dış politikasında son dönemlerde -özellikle 2020’nin sonundan beri- bir normalleşme örüntüsü var. Dolayısıyla BAE ile normalleşme özel durumdan ziyade grand stratejinin parçası olarak görülmeli. Benzer şekilde normalleşme siyaseti Türkiye’ye has bir tercih değil. Nitekim Biden iktidarından bu yana bölgedeki rekabet- gerilim ortamı yerini pozitif bir iklime bıraktı. Katar’a yönelik ambargonun kaldırılması, Suudi Arabistan’ın İran ile normalleşme sürecini başlatması, benzer bir sürecin BAE tarafından işletilmesi bölgede normalleşmenin jeopolitik bir gerçekliğe dönüştüğünü kanıtlıyor. Türkiye de bu siyasetin bir parçası olarak bölgesel denklemde marjinal kalmak istemiyor.
Diğer taraftan ilişkilerin düzeltilmesi sadece Türkiye’nin ekonomik meseleleri ile alakalı bir şey değil, çünkü zaten Türkiye’nin şu anki ekonomi modellemesi sıcak paraya dayalı bir modelleme değil. Türkiye’nin yeni ekonomi modellemesi daha çok üretim, istihdam ve yatırım, uzun dönemli yatırıma ağırlık veriyor. Türkiye’nin jeopolitik konumu ve bölgedeki en büyük ekonomi olması BAE gibi Batı dışı yatırım pazarı arayan ülkeler için rasyonel fırsatlar ortaya çıkarıyor. Bununla birlikte ilişkilerin onarılmasının arkasında ekonominin yanında güvenlik ve güç dengeleri gibi iki önemli dinamiğin varlığından bahsedilebilir. Burada özellikle İran’ın altını çizmek gerekiyor. Bölgede İran karşıtı bir cephe oluşuyor demek için henüz erken, fakat İran destekli özellikle Husiler’in Suudi Arabistan ve BAE’ye yönelik saldırıları da Türkiye’nin bence Körfez ile yakınlaşmasını hızlandırdı. Burada ayrıca şuna da değinmek lazım, Husiler’in son dönemlerde Türkiye karşıtı söylemleri iyice radikalleşmiş durumda. Dolayısıyla İran destekli Husiler’in saldırılarına karşı Amerika Birleşik Devletleri’nin Körfez’in güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaması Ankara’nın bölge güvenliğinde önemli bir aktör olmasını sağlıyor. Burada bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE ziyareti öncesinde İran ajanlarının yakalanması da önemli. Nitekim Suudi Arabistan- BAE ikilisinin ve İsrail’in İran karşıtlığında birleştiğini biliyoruz. Son dönem Ankara’nın normalleşme ajandasındaki ilk üç ülkenin BAE, İsrail ve Suudi Arabistan olması da Türkiye’nin İran’ın dengelenmesi noktasında mezkûr aktörler tarafından stratejik partner olarak görüldüğünü gösterir nitelikte. Ayrıca hem İsrail hem de BAE ile normalleşme süreçlerinde Türkiye’nin İran ajanlarına yönelik yaptığı operasyonlar bence bu süreçle alakalı.
Türkiye bölgede İran nüfuzunun yayılmacılığına karşı Araplara destek olabilir mi? Evet olabilir. Burada İran’ın dengelenmesi mezhepçi bir politik hedef olarak lanse edilmemeli. İran’ın Bağdat, Sana, Beyrut ve Şam gibi başkentler üzerindeki doğrudan, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi Körfez ülkelerindeki doğrudan yayılmacı politikaları bilinen bir gerçek. Öte yandan İran’ın Suriye ve Yemen’de araçsallaştırdığı milislerin mezhepçi saiklerle attıkları adımlar da Türkiye ve Körfez’in ortak endişesi. Bu anlamda Türkiye özellikle Yemen’de, 2015’ten bu yana Suudi Arabistan önderliğindeki koalisyonu lojistik olarak destekliyor. Bu durum Türkiye’nin Yemen’de işlenen insan hakları ihlallerini desteklediği anlamına gelmiyor. Türkiye insan hakları ihlalleri işleyen Husilerin darbe ile iktidarı almalarına karşı çıktı. Ankara’nın Riyad ile anlaştığı önemli nokta: Yemen’in toprak bütünlüğü. BAE ile Yemen bağlamında da ortak bir nokta var: Güvenlik tehditlerinin bertaraf edilmesi. Bu noktada Körfez ABD’nin de isteksiz siyasetinin süreci hızlandırması ile Türkiye’den silah ve siha alma yönünde oldukça istekli. Körfez silah tedariki dışında da savunma sistemi, füze üretimi noktasında Türkiye’den yardım isteyebilir. Dolayısıyla bölgesel sorunların çözümünde, Lübnan’da, Irak’ta, Yemen’de Türkiye ile BAE ile kurarak bu sorunların çözülmesi noktasında iş birliği yapabilir.
Fakat Türkiye’nin BAE ile normalleşmesi Türkiye’nin genel söyleminden, bölgesel demokratikleşmeden, devrimlerden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Sadece Türkiye bu söyleminin dozunu düşürmüş durumda. Türkiye hiçbir zaman darbeyi demokrasiye tercih etmedi ve etmeyecek gibi görünüyor. Bölgesel şartlar- özellikle İslami hareket ve devrim dalgasının zayıflaması nedeniyle Türkiye öncelik tercihini devrimlere, demokratik değişime değil bölgede oluşan şu anki konjonktüre paralel olarak normalleşme, iş birliğine kaydırdı.
Araplar neden Türkiye ile normalleşmek istiyor? Kanaatimce BAE açısından Türkiye ile normalleşmenin üç boyutu var. Birincisi BAE, covid-19 sonrası ekonomik modellemesini yeniden tasarlamak istiyor. Burada BAE birçok Körfez ülkesi gibi petrole olan bağımlılığını azaltmak istiyor. Bilindiği gibi Körfez ülkelerinin böyle bir vizyon projeleri var ve bu anlamda petrole bağımlı ekonomide petrol dışı üretimin payını arttırmak istiyorlar. Son on yılda BAE-Türkiye arasında petrol dışı ticaret hacmi 90 milyar dolara çıkmış durumda. Ayrıca Türkiye’nin BAE ile ticaret hacmi 2020’de 7,3 milyar dolar iken 2021’de 8,9 milyar dolara çıktı. Dolayısıyla siyasi ilişkilerde problem olmasına rağmen, BAE ile ekonomik ilişkiler sürdürülüyordu. Bu da tamamen pragmatist bir yaklaşımın ürünü. BAE petrole olan bağımlılığı azaltmak için bu bağlamda Türkiye’yi önemsiyor.
İkinci boyut; BAE açısından Türkiye güvenlik tedarikçisi olabilecek bir ülke. Özellikle dronelar, insansız hava araçları (iha, siha) ile Türkiye’nin BAE’nin güvenliğine katkı sağlayabileceği biliniyor. BAE’nin Bayraktar satın almak istediği ve bir takım Türk sanayi ürünü askeri teçhizat sipariş verdiği biliniyor. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti sonrası bu siparişlerin arttığı da iddia edildi.
Üçüncü boyut ise Körfez içi dinamiklerle ilgili. BAE gerek Suudi Arabistan gerekse de Katar ile bir rekabet halinde bulunuyor. Suudi Arabistan ile Yemen’de siyasi bir rekabet var. Bölgede de ekonomik açıdan ticari merkez olma bağlamında bir rekabet var. Türkiye de ticari merkezler, ticaret geçiş yolları açısından önemli. Özellikle Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesinde Türkiye’nin önemli olduğunu biliyoruz, Aynı şekilde BAE’nin de önemli olduğunu biliyoruz. Bu anlamda BAE Türkiye’yi Suudi Arabistan’a ve Katar’a kaptırmak istemiyor. Türkiye açısından da rasyonel tercih. Nitekim Türkiye Körfez’de sadece Katar’a bağımlı kalmak istemiyor. Dolayısıyla BAE’nin Türkiye üzerinde üç boyutlu bir stratejisi olduğunu söyleyebiliriz.
Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanı
Son dönemde Türk dış politikasında niteliksel bir değişim yaşanıyor. Arap Baharı sürecinde sadece değişim talep eden halklarla konuşan ve bu değişim taleplerini destekleyen Türkiye’nin bölgedeki Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve İsrail gibi statükocu yönetimlerle ilişikleri ciddi manada bozulmuştu. İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye bölgede statükocu yönetimlerle de ilişiklerini düzeltiyor. Dış politikadaki bu stratejik değişiklik kısmen Arap Baharı sürecinin akamete uğraması ve Türkiye’nin desteklediği toplumsal değişim taleplerinin bastırılması ile ilgilidir. Ayrıca Türkiye’nin son on yılda bölgede önemli ölçüde desteklediği değişim taleplerinin ortaya çıkardığı ciddi güvenlik sorunları artık Türkiye’nin ulusla güvenliğine ciddi zararlar vermeye başladı. Suriye ve Irak’tan kaynaklı göç ve terör olgusu, değişim taleplerinin Türkiye açısından ortaya çıkardığı ciddi maliyetin en önemli göstergesidir.
Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile ilişiklerini düzeltmesinin en önemli iki sebebi bulunuyor; İlk olarak Körfez ülkeleri Türkiye’nin ilişiklerini en kolay onaracağı ülkelerdir. Çünkü Türkiye’nin bu ülkelerle çözümü mümkün olamayan jeopolitik ya da ideolojik bir sorunu bulunmamaktadır. Örneğin Mısır, İsrail gibi ülkelerle yaşanan sorunların çözümü Körfezle mukayese edildiğinde daha zorudur. İkinci olarak şunu kabul etmeliyiz ki geçmişte bölgenin diplomatik, ekonomik, ideolojik ağırlık merkezi Kahire iken bugün Orta Doğu’nun ağırlık merkezi Körfez bölgesidir. Burada özellikle Dubai-Riyad hattı önemlidir. Türkiye Dubai-Riyad hattı ile ilişiklerini düzeltirse Mısır, İsrail, Suriye gibi ülkelerle de ilişiklilerini düzeltmesi kolaylaşacaktır.
Ancak bununla beraber ben aslında Türkiye’nin İran karşıtı Arap bloğuna katılmak gibi bir niyetinin olduğunu sanmıyorum. Türkiye tarih boyunca İran ile dengeli ilişikler sürdürmüştür. Bugün İran, Türkiye için bölgede önemli bir rakiptir fakat düşman değildir. Hatta zaman zaman Türkiye ve İran’ın bölgesel meselelerde çok yakın pozisyonlar alabildiğini görebilmekteyiz. Arap ülkeleri için durum biraz farklı; İran onlar için varoluşsal bir düşmandır. Dolayısıyla İran karşısında Türkiye ve Arap bloğunun hissettikleri birbirinden farklıdır. Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile yakınlaşması İran’ı karşısına almak değildir. Fakat Körfez ülkeleri geçmişte Pakistan ve Mısır’ı İran kaynaklı tehdidi dengelemek için kullandıkları gibi Türkiye’yi de İran’ı çevrelemek için kullanmak isteyeceklerdir. Türkiye’nin meseleye böyle baktığını düşünmüyorum.
Bölgede Şii revizyonist eksen ile Sünni statükocu eksen arasında sıcak çatışmalar Türkiye’nin ulusal çıkarına zarar verecektir. Bugün Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen bu eksenler arasında çatışmaların yaşandığı istikrarsız bölgelere dönüşmüştür. Bölgede yaşanan her olumsuzluk göç, terör ve ekonomik sorunlar olarak Türkiye’ye yansımaktadır. Ayrıca sınırları dibinde artan istikrarsızlıklar Türkiye’nin olası AB üyeliği için de olumsuzluk teşkil edecektir. Çünkü AB sınırlarının istikrasız bölgelere doğru genişlemesi konusunda son derece hassastır. Bugün Ukrayna meselesi de böyledir. Bölgede yaşanan istikrarsızlık AB’nin sınırlarını Rusya’ya doğru genişletmekte tereddütler yaşamasına yol açmaktadır. Burada İran’ın liderlik ettiği Şii eksen ile Suudi-BAE’nin liderlik Sünni eksenin değişim talebi ve metotları ile Türkiye’ninkiler arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Türkiye silahlı çatışma terör ve vekalet savaşları şeklinde metotları kullanamamakta/kullanamamaktadır. Dolayısıyla her iki blok arasındaki bu çatışmada Türkiye’nin aktif bir rol oynamak isteyeceğini sanmıyorum.
Aslında Türkiye’nin bölgedeki demokratik değişim taleplerinden vazgeçtiğini söylemek için erken. Fakat geldiğimiz aşamada gerçekçi olmak gerekirse Türkiye’nin imkân ve kabiliyetleri tüm bölge sathında değişim ve dönüşüm taleplerinin gerçekleştirilmesi için yeterli gelmemektedir. Geçmişte uluslararası siyasal atmosfer demokrasi, insan hakları, hukuk gibi kavramlar üzerinden Türkiye’nin değişim taleplerini destekler mahiyette iken bugün tam aksi istikamete evirilmiştir. Özellikle Mısır’da 2013 yılında yaşanan askeri darbe ve geçtiğimiz yıl Tunus’ta anayasanın askıya alınması sürecinde Batı’nın takındığı tavır Türkiye’nin değişim ve dönüşüm taleplerini destekleme konusunda yalnız kaldığını göstermesi açısından önemlidir.
BAE bölgenin ticari ve ekonomik başkenti olmayı, “Kuşak ve Yol İnisiyatifi”nin önemli bir bileşeni olmayı ve Türkiye, İran ve Mısır gibi önemli bölgesel güçlerle geliştirdiği karmaşık ilişikler üzerinden bölgede profilini yükseltmeyi arzu ediyor. Tarih boyunca Dubai-Riyad arasında devam eden rekabet içinde bulunduğumuz dönemde iyice görünür olmaya başladı. 2021 yılında Suudilerin başlattığı “program HQ”, yeni bir havayolu şirketi kurma, BAE’den ithal edilen ürünlere gümrük vergisi uygulama politikaları iki aktör arasında ciddi bir ekonomik rekabetin tezahürleridir. BAE yönetimi tarih boyunca bölgede profilini yükseltmek suretiyle büyük komşusu Suudi Arabistan karşısında ayakta kalmaya çalışmıştır. Bugün de böyle bir politika takip etmektedir. Genel olarak söylemek gerekirse bugün ve geçmişte küçük Körfez şeyhlikleri için Suudi Arabistan İran kadar hatta daha da tehlikeli bir rakiptir diyebiliriz.
Doç. Dr. Yusuf Sayın – Necmettin Erbakan Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
Türkiye’nin son dönemde uzun bir süre sorun yaşadığı ülkelerle pozitif ilişkiler içinde olmaya başlaması, ekonomik, siyasal, kültürel, turizm vb. parametrelerle açıklanabileceği gibi, bilhassa Biden dönemi ile birlikte ABD’nin bölgedeki değişen politikasının, Rusya-NATO/ABD krizinin yansımalarının, bölgedeki değişen güç dengelerinin etkisi olduğu ifade edilebilir. Bununla birlikte içinden geçtiğimiz ekonomik süreçlerde yaşanan sorunlara çözüm önerisi aramak adına da Türkiye Körfez ülkeleriyle ilişkilerini daha ileri bir safhaya taşımak ve Körfez ülkeleri de bilhassa dış politikalarında yaşadıkları krizleri aşmak istemiş olabilir.
Bilhassa Türkiye’nin Safevi-Osmanlı dönemlerinden bu yana İran ile bölgede giriştiği rekabet ve bölgesel liderlik ve hegemonyayı sürdürme arayışında Türk-Arap dayanışması, Türkiye’nin elini güçlendiren bir etmen olarak görülebilir. İran’ın ekonomi, iç politika, ambargo ve yaptırımlar kıskacında sıkışan durumu, Türkiye’nin ekonomi, dış politika ve diğer alanlarda genişleyen etkisi ve ayrıca Körfez ve Arap ülkeleriyle daha yakın iş birliği ve ilişkiler içinde oluşu, Türkiye’nin son derece lehine ve bölgesel liderlik reflekslerini konsolide eden bir gelişme olarak okunabilir. Bununla birlikte bugün uluslararası ilişkilerde bir gücün diğerine şerik koşulamayacağı ve tercih edilemeyeceği bir çerçevenin de olduğunun farkında olmalıyız.
Türkiye, İran’la rekabeti pahasına Arap kartını oynamaya pek yanaşmamaktadır. Zira Türkiye’nin İran gibi bölgesel bir güçle rekabetinde çatışmadan ziyade iş birliği eksenini tercih etmesi, daha rasyonel bir tercih olacaktır. İran ile Türkiye rekabetinin çatışma ve bölgenin birtakım ülkeleri üzerinden hesap görme anlayışı çerçevesinde oluşması, iki ülkeye negatif etkileri olacak bir adım olacaktır. Diğer taraftan ben, Türkiye’nin bölgede yalnızca BAE ile bir ittifakının olduğunu düşünmüyorum. Türkiye, tek bir eksene bağlı kalacak ve tekil ittifaklarla iktifa edecek bir ülke değildir. Tek bir ülke ile tek bir çözüm arayışından ziyade Türkiye için çok taraflı ilişkiler ve kazan-kazan esasına dayalı çözümlerden bahsedilebilir. Türkiye’nin bölgede bu şekilde bir politika izlemesi, bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecine verdiği destekten vazgeçmesinden ziyade bölgedeki süreçlere daha çok müdahil ve müessir olacağı anlamına geldiğini belirtebiliriz.
BAE’nin Türkiye ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak isteyişinin nedeni, Trump döneminde köprüleri atmak durumunda kaldığı aktörlerle ikili ilişkilerindeki sorunları Biden dönemi ile birlikte çözmek isteyişi olabilir. Buna ilave olarak BAE’nin dış politika operasyonlarını yürüttüğü coğrafya ve bölgelerde çıkmaza girmiş oluşu ve buralardaki güç dengelerinin aleyhine dönüşmüş olması, bu durumun ortaya çıkmasında bir etmen olabilir. Libya ve Suriye sahalarında ibrelerin BAE’nin menfaatlerinin zıddına gelişmesi, BAE’nin Türkiye politik-diplomatik denkleminin bir parçası olmasını gerektirdiğini düşünüyorum. Ayrıca BAE gibi ülkelerin dış yatırımlar noktasında ekonomik çıkar beklentileri, Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmeye teşvik etmiştir diyebiliriz. Son olarak; İbni Haldun’a referansla, Coğrafya kaderdir elbette; Türkiye de bu coğrafya ve bölgenin kaderidir… Bu gerçeğin tezahür ettiği gerçeklik, bugün olmasa yarın bölgenin tüm üyelerinin göz önüne almak zorunda kalacağı bir husus olacaktır.