Trump’ın dönüşü Batı Şeria’nın ilhakına yol açar mı?

Kerim Kurt

Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferinin açıklanmasından bu yana, özellikle Gazze Şeridi’nde soykırım savaşının sürmesi, Lübnan’a doğru genişlemesi ve diğer taraftan İran ve müttefikleriyle olan savaş ihtimalinin patlak vermesiyle birlikte, Trump’ın bir dizi konuya yönelik politikasına ilişkin bir takım soru ve endişeler ortaya çıkmaya başladı. Söz konusu tartışma ve sorgulamaların hiç kuşkusuz temel konularından biri ise Trump’ın Filistin meselesine yönelik politikasıdır. Batı Şeria’nın ilhakı ve “Yüzyılın Anlaşması” olarak bilinen Trump’ın Filistin politikası bu dönemde devam edecek mi?

Bu soru beraberinde, Filistinlileri ilgilendiren bir dizi başka soruyu da getirmektedir: Acaba -ilk kez önerildiği gibi- Batı Şeria’nın ve Gazze Şeridi’nin bazı bölümlerinde Filistin devleti kurma fikriyle Yüzyılın Anlaşması’na geri mi dönülecek? Yoksa bu anlaşma artık Trump’ın ajandasından düşmüş müdür? Buna karşın işgalci İsrail hükümeti Batı Şeria’nın tamamını ilhak etmeye mi karar verecek? Yoksa, Ürdün Vadisi ve genel olarak (C) bölgeleri ile Ma’ale Adumim ve Ariel gibi büyük yerleşim blokları mı sadece ilhak edilecek? Ya da tüm yerleşim yerleri ve askeri karakolların tamamı mı ilhak edilecek?

Bu tartışma, yalnızca teorik ve varsayımsal bir tartışma değildir; aksine, bazı gerçeklere dayanan bir tartışmadır. Bunlar arasında, Trump yönetiminin ilk döneminde aldığı kararlar yer almaktadır. Kudüs’ü (tamamını) ‘İsrail’in’ başkenti olarak tanıma, Amerikan Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma, işgal altındaki Golan Tepeleri’nde İsrail egemenliğini tanıma ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin uluslararası hukuka aykırı olduğunun artık kabul edilmemesi -bu karar Biden yönetimi tarafından geri alınmıştır- gibi kararlara ilaveten Trump yönetiminin bazı Arap ülkeleri ile işgalci devlet arasında normalleşme sürecini desteklemesi gibi süreçler Trump döneminin Filistin meselesine verdiği zararlardan bazılarıdır. Bunlardan daha da önemli olan husus ise Trump’ın ortaya attığı ‘Refah için Barış’ planı, yani Yüzyılın Anlaşması idi. Bu plan, (C) bölgeleri ile Batı Şeria’daki yerleşimlerin ilhakını içeriyordu, ancak çeşitli nedenlerden ötürü hayata geçirilmedi.

Her halükârda, Trump’ın ilk yönetiminde temelleri atılan politikalar ardılı Biden yönetimi tarafından takip edildi. Biden yönetimi, Filistin meselesine yönelik Trump döneminde atılan adımların çoğundan geri adım atmadığı gibi, özellikle Suudi Arabistan ile normalleşme sürecini güçlendirmeye çalıştı. Ayrıca, Gazze’deki soykırım savaşını askeri, mali, siyasi ve propagandist açıdan desteklemek konusunda da merkezi bir rol üstlendi.

Bu tartışmayı destekleyen bir diğer unsur, şu anda şekillenen Trump yönetimiyle ilgili ortaya çıkan bilgilerdir. Medyada çıkan haberlere göre, İsrailli zengin Miriam Adelson, Batı Şeria’nın ilhakı planını desteklemesi ve hükümette ilhak fikrini savunan isimler ataması karşılığında Trump’a destek vermiştir. Ayrıca İsrailli liderlerin Trump’ın görevi devralmasıyla Batı Şeria’nın ilhakını duyurmak için acele etmeleri de dikkat çekicidir.

Bu rapor, ilhakın sadece resmi bir duyuru değil, artık dikkat çekmeyen bir rutine dönüşmüş günlük bir uygulama olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Batı Şeria’nın ve genel olarak Filistin meselesinin geleceğini belirleyecek olan sahada yaşanan gelişmelerdir. Sahadaki gelişmeler ise resmî olarak ilan edilmesine gerek olmadan halihazırda bir ilhak hareketinin çoktan başladığını göstermektedir.

Yerleşimci Hırsızlar Trump’ın dönüşüne seviniyor

Trump’ın seçim zaferini kutlamak için hızla tebrik mesajı gönderen İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun yanı sıra başka isimler de vardı. Bunlardan biri de Batı Şeria Yerleşim Konseyi Başkanı Yossi Dagan idi. Dagan ayrıca Trump’ın 20 Ocak’ta görev teslim törenine davet edilenler arasında bulunuyor.  Yerleşimciler, Trump yönetiminden, özellikle Batı Şeria’nın bazı bölgelerinde, örneğin Ürdün Vadisi ve büyük yerleşim alanlarında, İsrail egemenliğinin dayatılmasını kolaylaştırmasını umuyorlar; hatta Batı Şeria’nın tamamında bu egemenliğin pekiştirilmesini istiyorlar.  Ayrıca, Trump yönetiminden, Biden yönetiminin bazı yerleşim alanları ve yerleşimcilere yönelik uyguladığı yaptırımların kaldırılmasını talep edecekler. Bunun yanı sıra, Gazze’nin kuzeyinde yerleşim kurma konusunda siyasi ve hukuki destek almayı hedefliyorlar.

Bu taleplerini gerçekleştirebilmek amacıyla Batı Şeria’daki yerleşimci liderler, son zamanlarda Cumhuriyetçi Parti’nin bazı öne çıkan isimleri ve Trump’ın çevresindeki figürlerle ilişkilerini güçlendirmeye önem verdiler. Özellikle, Trump’ın önceki yönetiminden eski Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve eski İsrail büyükelçisi David Friedman gibi isimler, son aylarda yerleşimciler tarafından Batı Şeria’daki yerleşimlerde ağırlandı.

Trump’ın zaferi açıklanır açıklanmaz, bazı İsrailli yetkililer Batı Şeria’nın ilhakı meselesini yeniden gündeme getirmeye başladılar. İsrail Yayın Kurumu, Netanyahu’nun Trump göreve başladıktan hemen sonra Batı Şeria’nın ilhakını hükümetinin gündemine almayı planladığını bildirdi. Ayrıca, Netanyahu, yerleşimci liderleriyle ve muhalefet lideri Benny Gantz ile, Trump’ın zaferinin ardından Batı Şeria’nın ilhakı için doğan fırsatı değerlendirmek üzere görüşmeler yaptı. Gantz, ilhak fikrine destek vererek, bu “tarihi fırsatın” kaçırılmaması gerektiğini belirtti.

Maliye Bakanı ve İsrail savaş kabinesinde bakanlık görevini yürüten Bezalel Smotrich, Knesset’teki Dini Siyonizm Bloğu’nun bir konferansı sırasında Trump’ı tebrik etti. Smotrich, Trump’ın zaferinin İsrail Devleti için önemli bir fırsat sunduğunu belirterek, Batı Şeria’daki “yerleşimlere” İsrail egemenliğini dayatma zamanının geldiğini vurguladı. Ayrıca, İsrail’in koalisyon ve muhalefetindeki tüm siyasi spektrumda, bir Filistin devleti kurulmasına karşı tam bir karşıtlık bulunduğunu ifade etti. Smotrich, 2025 yılının Batı Şeria’da İsrail egemenliğinin ilan yılı olacağını duyurdu ve Savunma Bakanlığı’ndaki yerleşimcilik birimine ve Sivil İdare’ye, ilhakı gerçekleştirmek için gerekli altyapıyı hazırlamaya yönelik kapsamlı pratik adımlar atma talimatı verdiğini açıkladı.

Yerleşimciler: İlhak karşılığında bile Filistin devleti yok

Tüm bu iyimser havaya ve hatta Trump’ın yönetimine “İsrail Dostu” figürleri atamasına rağmen Trump’ın geri dönüşüyle ilgili olarak işgalci liderler ve yerleşimciler arasında, onun odak noktasının Suudi Arabistan ile bir anlaşma yapmaya yönelik olacağı ve bu anlaşmanın Filistin Devleti’nin kurulmasına onay verilmesini içereceği konusunda şüpheler bulunmaktadır. İlhak meselesi, Trump’ın ilk yönetim döneminde ‘Yüzyılın Anlaşması’ (Deal of the Century) olarak sunulan planın uygulanmamasının sebeplerinden biridir ve belki de en önemlisidir.

Anlaşmanın o dönemde uygulanmamasının en önemli sebeplerinden birinin ne Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nden ne de Gazze Şeridi’ndeki Hamas hareketinden Filistin onayının olmaması olduğu doğrudur. Tabii ki bu onay olmadan anlaşmanın uygulanması mümkün değildir, özellikle de anlaşma, Gazze’deki direniş silahlarının teslim edilmesini şart koştuğunu hatırlatırsak. Ayrıca, Kudüs ve Batı Şeria’dan taviz verilmesini kabul eden bir Filistinli tarafın bulunması gerekiyordu ki bu kimsenin cesaret edebileceği bir şey değildi. Ancak bununla beraber, Trump’ın daha sonra söylediğine göre, Netanyahu bir gün bile Filistinlilerle barış yapmak istemedi ve dolayısıyla anlaşmayı fiilen reddetmişti. Hiçbir İsrailli yetkilinin bir Filistin devletinin kurulmasını kabul etmediği göz önüne alındığında bu durum anlaşılabilir.

Yüzyılın Anlaşması gündeme geldiğinde, buna en güçlü karşı çıkanlar esas olarak yerleşimciler ve onların liderleriydi. Aralarında bu anlaşmayı destekleyen az sayıdaki kişi ise, bunun uzun zamandır beklenen tarihi bir fırsat olduğunu ve sadece ilhakın ilk aşaması olduğunu düşündükleri için desteklediler. Muhaliflerin gerekçelerine gelince; niteliği ne olursa olsun bir Filistin devletinin kurulmasının kesin olarak reddedilmesi, planda yer alan yerleşim birimleri inşaatlarının dondurulması ilkesine itiraz edilmesi ve işgal devletinin içinde kalan, ilhak edilmeyen yerleşim alanlarının ‘Filistin devleti’ içerisinde var olmasına karşı çıkmaktan kaynaklanıyordu.

Daha da açıklığa kavuşturmak gerekirse, yerleşimciler Filistinlilere bir karış bile toprak bırakmak istemiyorlar ve Batı Şeria’nın tamamını “Eretz İsrail” İsrail toprağının ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediyorlar. Bu yüzden bu plana karşı çıktılar; yerleşimci partilerinin işgalci İsrail hükümetinin politikalarında önemli bir siyasi güç ve belirleyici bir rol oynadığı hatırlanırsa gelecekte de karşı çıkacakları kolaylıkla öngörülebilir.

Bu nedenle yerleşimcilerin ve liderlerinin, Suudi Arabistan ile İsrail arasında Filistin devletinin kurulmasına atıf içeren normalleşme anlaşması kapsamında Trump tarafından önerilen her türlü çözümü, mahiyeti ne olursa olsun reddedecekleri kesindir. Bu ret, mevcut hükümetin ve genelde artan sağcı Haredi etkisinin bir sonucu olarak, işgal hükümetlerinin politikalarında belirleyici ve etkili bir faktör haline gelmiştir.

Ancak genel olarak yerleşimciler, Batı Şeria’nın bazı bölümlerinin resmi olarak ilhak edilmesinin duyurulmasına -bunun iki devletli çözümle ilgili herhangi bir siyasi süreçle bağlantılı olmaması koşuluyla-, itiraz etmeyeceklerdir. Çünkü bu kısmi ilhakı, yerleşim ve tam ilhak yolunda bir ek adım olarak görmektedirler. 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri’nin ilhakı durdurmak için normalleşmeye gitme kararını açıklamasıyla kıyaslandığında, Suudi Arabistan ile İsrail arasında bir normalleşme anlaşması yapılması çabasında bir tür pazarlık yaşanabilir. Bu bağlamda, Suudi Arabistan, Filistin meselesinde, sadece sembolik bir başarı elde etmeyi umarak, Batı Şeria’nın ilhakının durdurulması karşılığında İsrail ile normalleşmeye gidebilir.

İlhak zaten uygulanıyor

Önemli olan, resmi bir ilhak ilanının yapılıp yapılmayacağı ya da ne kadar büyük olacağı değil, sahada ne olduğudur ve on yıllardır uygulanan fiili durumdur. İlhak ve zorla yerinden etme politikaları, 1967’deki işgalin başlangıcından itibaren hızla devam etmektedir ve son yıllarda oldukça yoğunlaşmıştır ki Gazze’ye karşı uygulanan soykırım savaşında zirveye ulaşmıştır. Yerleşim birimlerinin genişletilmesi, yeni yerleşim noktalarının[i] kurulması ve sonra buraların resmîleştirilmesi gibi yöntemlerle devam eden süreç neticesinde Gazze’deki soykırım savaşının başlangıcından bu yana Batı Şeria’da 43 yeni yerleşim noktası kurulmuştur; bu, önceki tüm rekorları kıran bir rakam oldu zira 1996’dan 2023’e kadar olan süreçte yılda ortalama 7 yeni yerleşim noktası kuruluyordu. İşgal hükümeti, Haziran 2024’te 70 yerleşim noktasının meşrulaştırılması sürecine başlanacağını, mevcut yerleşimlerde üç yeni mahalle kurulacağı yani mevcut yerleşim yerinin genişletileceğini açıkladı. Ayrıca, uzun süredir var olan yerleşim noktalarından 5 tanesini yeni yerleşim birimi olarak tanıma kararı alındı. İsrail devleti, Oslo Anlaşması’ndan bu yana yeni yerleşim birimleri kurmayı -bazı özel durumlar dışında- resmi olarak durdurmuştu, ancak mevcut yerleşimlerin genişletilmesine ve yeni yerleşim noktalarının kurulmasına devam ediyordu. Bu süreç, yerleşimlere ve yerleşim noktalarına büyük bütçeler ayrılması, bu yerleşimlere altyapı, yollar, su, elektrik ve güvenlik hizmetleri sağlanmasıyla paralel gitmiştir. Ayrıca, devlet arazisi[ii] olarak ilan edilen toprakların sayısında benzeri görülmemiş bir artış yaşanmıştır. Soykırım savaşının başından bu yana ilan edilen devlet arazisinin büyüklüğü 24 bin dönümü aşmış olup, bu, 1993’ten 2023’e kadar ilan edilen devlet arazisinin yarısına denk gelmektedir.

Öte yandan, Smotrich, Batı Şeria’daki yerleşim ve sivil yönetim işlerini yerleşimcilerin sorumluluğuna devretmek ve bu yetkileri işgal ordusundan almak amacıyla bir dizi idari ve hukuki adım atmıştır. Bu adımların ilhak resmî olarak ilan edilmese bile Batı Şeria’nın fiili olarak ilhakına yol açacak şekilde tasarlandığı görülmektedir. Smotrich, hükümet değişse bile bu adımlar sayesinde sivil yönetimin DNA’sını değiştirmeyi başarmış olacağını, yani işgal ordusunun denetiminden bu yönetimi alıp, ilhak ve yerleşim projesinin hizmetine sunmayı hedeflediğini belirtmiştir. Çünkü yerleşimciler, işgal ordusunun yerleşim projelerine engel teşkil ettiğine inanmaktadırlar.

Öte yandan, belki de en tehlikeli ve en önemli olanı, Batı Şeria’daki Filistinlilerin topraklarından tehcir ettirilmesindeki artıştır. Tehcir son yıllarda, özellikle Batı Şeria’nın kuzeyinden güneyine kadar uzanan el-Ağvar (Ürdün Vadisi) bölgesi ile el-Halil’in güneyi ve Batı Şeria’nın orta kesimlerindeki bedevi toplulukların yaşadığı alanlara odaklanmıştır. Gazze’ye yönelik soykırım savaşı başladığından bu yana, Batı Şeria genelinde Bedevi yerleşimlerini hedef alan yerinden etme faaliyetlerinin hızı daha da arttı. Nihai hedefleri Arapların (C) bölgelerinden tamamen çıkarılmasıdır. Neticede, onlarca Bedevi topluluğu topraklarından sürülmüş, geriye kalanlar ise her gün saldırılara ve ihlallere maruz kalmakta, bu da onları topraklarından göç etmeye zorlamaktadır.

Bu çerçevede, son yıllarda hem sayısal hem de tür açısından eşi benzeri görülmemiş boyutlara ulaşan yerleşimci şiddeti, İsrail’in en önemli tehcir araçlarından biri haline gelmiştir. Bu şiddetin yalnızca (C) bölgeleri ve Bedevi toplulukların yaşadığı alanları hedef almakla yetinmediği, temel olarak (B) bölgelerinde bulunan köyleri de hedef aldığı ve hatta (A) bölgelerinde bile, örneğin Kasım ayının başlarında yerleşimcilerin El-Bireh şehrine gerçekleştirdiği saldırı gibi olayların yaşandığı gözlemlenmektedir. Yerleşimcilerin (B) bölgelerinde bulunan köylere odaklanmaları, günlük olarak gözlemlenen ve tekrarlanan bir durumdur ki işgal devletinin (B) bölgelerine yönelik aldığı diğer politikalarla da uyum içindedir. Bunlardan biri, geçtiğimiz Haziran ayında işgal hükümetinin, Oslo Anlaşmaları çerçevesinde (B) bölgesinde yer alan ve doğal koruma alanı olarak sınıflandırılan Kudüs Sahrası (İsrail bu şekilde tanımlıyor) bölgesindeki Filistin Otoritesi’nin yetkilerini kaldırma kararı almasıdır. Bu karar, Filistin Otoritesinin bölgeyi doğal bir koruma alanı olarak korumadığı gerekçesiyle alınmıştır. Ayrıca, işgal ordusu, köylere sıkı kısıtlamalar getirmekte, köylerin girişlerine engeller ve metal kapılar yerleştirmekte, sakinlerinin serbestçe hareket etmelerini engellemekte ve köyler ile şehir merkezleri arasındaki seyahatleri uzun saatlere ve bir işkenceye döndüren engellerle onları zor durumda bırakmaktadır. Bu politika, yerleşimcilerin köylere ve onlara ulaşan çevre yollarında Filistinlilere karşı uyguladığı şiddet olayları ile aynı hedefe hizmet etmektedir: Bu hedef, köylerde yaşayan Filistin nüfusunu göç ettirerek (A) bölgelerine yerleşmelerini sağlamaktır.

Burada, (C) bölgelerindeki Filistinli halktan boşaltılan topraklara -şu anda (B) bölgelerinde boşaltma politikası uygulanıyor- dikkat çekmek gerekmektedir. Bilindiği üzere, (C) olarak sınıflandırılan bölgeler, Batı Şeria’nın yaklaşık %62’sini kapsamaktadır. Bu bölge, tek bir doğal coğrafi genişleme değil, Batı Şeria’nın tamamına yayılmış bir coğrafi ahtapota benzemektedir. Bu bölgelerin büyük bir kısmı, Ürdün Vadisi’nde yoğunlaşmaktadır. İşgalci İsrail hükümetleri, Batı Şeria’yı işgal etmeye başladıkları 1967 yılından itibaren, İsrail’in doğu sınırının Ürdün Vadisi olmasına karar vermiştir; Batı Şeria’nın batısındaki “Yeşil Hat” ise sınır olarak kabul edilmemiştir. Bu durum, Batı Şeria’daki işgalci hükümetlerin yerleşimci politikalarının şekillendirilmesinde belirleyici olmuştur ve bu politikalar, Ahlon Planı’na dayalı olarak, planın resmi bir şekilde benimsenmemiş olmasına rağmen, işgalci hükümetlerin uygulamalarını yönlendirmiştir.

(C) bölgeleri, (B) ve (A) olarak sınıflandırılan bölgeleri kuşatan ve birbirlerinden ayıran kuşaklar ve engeller şeklinde uzanmakta olup, (A) ve (B) bölgelerinin doğal coğrafi bağlantılarını engellemektedir. Nüfus artışı ve insanların temel ihtiyaçları doğrultusunda gelişmesi gereken konut, altyapı, yeşil alanlar, tarım ve hayvancılık arazileri, sanayi vb. gibi unsurları sınırlamaktadır. Oysa bu bölgeler, doğal olarak şehirleşme ve insan yerleşimi, ekonomik kullanım, tarım, hayvancılık gibi alanlarda genişleme potansiyeline sahipken, şu an neredeyse tamamen Filistinlilerden boşaltılmıştır. (C) bölgelerinde yaşayan Filistinlilerin sayısının 180 bin ile 300 bin arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Ancak bu tahminlerin, bölgede yaşayan Filistinlilerin -özellikle de Bedevi toplulukların- sürekli olarak yerinden edilmesi, hayat şartlarının zorlaştırılması, inşaat ruhsatı verilmemesi, köylerin altyapılarını geliştirmeleri ve genişletmeleri için yapı planlarının engellenmesi gibi durumlar nedeniyle sürekli güncellenmesi gerekmektedir.

İşte tam burada bir paradoks ortaya çıkıyor: (C) bölgeleri coğrafya olarak Batı Şeria’nın %62’sini oluştururken, nüfus olarak Batı Şeria’daki Filistinli nüfusunun en fazla %9’u burada yaşamaktadır. Bunun nedeni ise bölge halkının sürekli olarak resmi olmayan çeşitli yol ve yöntemlerle (B) ve (A) bölgelerine zorla göç ettirilmesidir. Ayrıca (A) bölgelerinde ikamet eden Filistinlilerin (C) bölgelerini kullanmalarının yasaklanması da buna neden olmaktadır.

Bu, onlarca yıldır bölgede fiilen bir yerinden edilme sürecinin yaşandığını göstermektedir. Ancak bu bir tür iç göç olduğu için dikkatlerden kaçmaktadır. Bu süreç insanları, (C) ve (B) olarak sınıflandırılan kırsal ve periferik alanlardan, (A) olarak sınıflandırılan şehir merkezlerine taşınmaya zorlamaktadır. Bu politika, işgal yönetiminin izlediği “Daha fazla toprak, daha az Arap” hedefiyle örtüşmektedir.

Bu demografik geçişi açıklamak için, bazı tahmini verileri karşılaştırmamız gerekecek, öncelikle bu verilerin tamamen doğru olmayabileceğini belirtmeliyiz çünkü bu tür bir resmî sayım mevcut değildir ancak bu veriler ulaşmak istediğimiz noktayı açıklamada önemlidir.[iii]

1967 yılında Batı Şeria’daki köylerde yaşayanların oranı, toplam nüfusun yaklaşık %65’ini oluşturuyordu. Buna, bedeviler ve çöl halkı da dahil edilmiştir (onların oranı o dönemde %1,5’i geçmemekteydi). Şehirlerde yaşayanların oranı ise (şehirler 10 binden fazla nüfusa sahip olan alanlar), yaklaşık %26 idi. Geriye kalan %9,4’lük oran ise mülteci kamplarında yaşayanlardır. Kamplar, şehirlerde, köylerde ve bunların kenarlarında yaygın olduğu için, bu oranı şehirler ve köyler arasında yaklaşık olarak şu şekilde dağıtabiliriz: Nüfusun %70’i köylerde ve kırsal alanlarda yaşarken, %30’u şehirlerde ve kentsel bölgelerde yaşamaktaydı.[iv]

Bu oran, mevcut aşamada tam tersi bir şekilde değişti. Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (UN-HABITAT) verilerine göre, ki bu veriler 2015 yılına ait olup Batı Şeria ve Gazze’yi kapsamaktadır, Filistin topraklarındaki kentsel alanlarda yaşayan nüfus oranı yaklaşık %74’tür. Geriye kalan %26 ise köylerde ve kırsal alanlarda yaşamaktadır.

Bu verilerin kentsel alanların doğasını açıklamadığı ve (A) ve (B) alanlarını ayırmadığı doğrudur ancak nüfus yoğunluğunun (A) bölgelerine doğru yöneldiği açıktır. Bunun başlıca nedenleri arasında iş ve eğitim imkanları, hizmetler, işgalin kısıtlamalarından ve yerleşimcilerin şiddetinden kaçınma gibi faktörler bulunmaktadır ve bu eğilim sürekli olarak artmaktadır. Bu durum, Batı Şeria’nın büyük bir kısmının fiilen Filistinlilerden boşaltıldığını, geriye yalnızca izole olmuş, engellerle ve yerleşim kolonileri ile kuşatılmış, yerleşimcilerin şiddeti ve terörüyle tehdit edilen küçük parçalı Filistin bölgeleri kaldığını göstermektedir.

Sonuç olarak, açıkça görülmektedir ki Batı Şeria’da sürekli devam eden bir iç tehcir (ülke içinde yerinden edilme) yaşanmaktadır. Bu politika (C) bölgelerini tamamen yuttu, şimdi de (B) bölgelerini şiddetli bir şekilde hedef almakta ve Filistinlileri şehir merkezlerine yani (A) bölgelerine göç etmeye zorlamaktadır. Bu süreç, ilhak planının ve yerleşimci projenin bir parçasıdır. Kısacası Trump dönemiyle Batı Şeria’nın ilhakı ilan edilse de edilmese de önemli olan, sahada uygulanan gerçektir.

Sonuç olarak

Filistinliler ve bölgedeki etkin taraflar arasında kaygı ve korku yaratması gereken en önemli konu, Trump’ın geri dönüşü veya ilhakı destekleyip desteklemeyeceği ya da Yüzyılın Anlaşması’nı yeniden gündeme getirip getirmeyeceği değil, sahada hızla gerçekleşen değişimlerdir. Fiili ilhakı ve Filistinlilerin topraklarından sessizce çıkarılmasını sağlayacak bu değişiklikler onlarca yıldır Batı Şeria’da günlük bir rutin haline gelmiş, son bir yılda ise iyice hızlanarak zirveye ulaşmış oldu. Ancak bu hızlanma da artık dikkat çekmeyen bir rutine dönüştü; sessizce gerçekleştirilen yerinden etme operasyonları, Filistin köylerine yönelik sürekli saldırılar, yerleşimlerin genişlemesi ve toprakların gaspı gibi eylemler, fiilen ilhakın temel altyapısını oluşturmaktadır.

Öte yandan, Yüzyılın Anlaşması ve ilhak projesi önceki dönemde gündeme geldiğinde, Gazze’deki direniş, silahsızlanma fikrini reddetme ve plana karşı çıkma noktasında etkili olabilmişti. Ancak bu aşamada, Gazze’de süregelen ve direnişi sadece silahsızlandırılmak değil tamamen yok etmeyi hedefleyen soykırım savaşıyla artık Gazze’nin etkisi sınırlı kalacaktır. Aynı şekilde, daha önce manevra yapabilen ve itiraz edebilen Filistin Yönetimi, şu an yok edilme ve çökme tehdidi ile karşı karşıyadır. Bunlar, mevcut zorlukların önceki dönemde olduğundan çok daha büyük olduğuna işaret etmektedir.

Her halükârda bölge hâlâ tırmanan bir savaş durumunu yaşamaktadır ve hiçbir taraf bu savaşı kesin olarak kazanabilmiş değildir. Bu savaşın gelişimi ve sonuçları, Trump’ın gündemine ve işgal hükümetinin yönelimlerine etki edecektir.

[i] Yerleşim noktası veya ileri karakollar olarak ifade edilen bu kavram yerleşimci hırsızların Batı Şeria’da herhangi bir yere yerleşmesi, önce bir çadır, kulübe veya konteynırla başlayıp, giderek sayılarının artması ve neticede resmiyet kazanarak yerleşim birimi haline gelmesi olarak özetlenebilir. Yerleşim birimleri her türlü altyapı ve belediyecilik hizmetlerine sahipken yerleşim noktaları başlangıçta bunlardan mahrumdur. Uluslararası hukuka göre her ikisi de yasaktır.

[ii] İşgal otoriteleri, Batı Şeria’daki toprakları gasp etmek için karmaşık ve saptırılmış yasal yöntemler kullanmaktadır. Bunlardan biri, toprakları “devlet arazisi” olarak ilan etmek ve bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun 1858 tarihli arazi kanununu yanıltıcı ve hileli bir şekilde kullanmaktır. Bu kanun, arazileri çeşitli kategorilere ayırır, bunlar arasında ortak (meşaa), devlet arazisi (mirî) ve terkedilmiş araziler (mevât) gibi sınıflandırmalar bulunur. İşgal otoriteleri bu kanunu Batı Şeria topraklarında yeniden uygulamış ve bu yolla Batı Şeria’daki toprakların yaklaşık dörtte birini gasp etmiştir. Bu topraklar daha sonra yerleşim yerleri ve yerleşimciler için tahsis edilmiştir.

[iii] Araştırmacı, açık kaynaklardan daha doğru veriler ve sayılar elde edememiştir. Bunun nedeni, Batı Şeria’daki demografik değişikliklerin ve nüfusun yeniden dağılımının anlaşılmasında ciddi bir sorun olmasıdır. Bu sorunun kaynağı, Batı Şeria’daki nüfus sayımının çok sorunlu olması ve 1967 öncesi dönemde, Ürdün yönetimi sırasında, ardından 1967 sonrası işgal dönemi ve son olarak Filistin Yönetimi’nin kurulmasıyla birlikte çeşitli engellere ve etkenlere tabi olmasıdır. Filistin Yönetimi, Merkezi İstatistik Dairesi’ni kurmuş ve bu kurum aktif bir şekilde çalışmaktadır. Ancak, bu dairenin faaliyetleri, devletin veya “devlet” olma hayalinin perspektifinden hareket etmektedir. Dairenin yayımladığı nüfus istatistikleri, bölgenin işgal altındaki ve siyasi, idari ve coğrafi olarak bölünmüş bir alan olduğunu göz önünde bulundurmaz. İşgalin yarattığı bu coğrafi bölünmelere dair bir farkındalık yoktur ve sürekli değişen demografik ve kentsel yapılar göz ardı edilmektedir. Burada, (A), (B) ve (C) olarak sınıflandırılan bölgelerdeki nüfus dağılımındaki değişikliklere değinilmektedir.

Bu nedenle, Filistin İstatistik Dairesi’nin verileri, bu siyasi ve coğrafi gerçeği dikkate almaz. Bu dairenin yayımladığı nüfus sayımları, Batı Şeria’nın tüm coğrafyasının Filistin yönetimi altında olduğu varsayımıyla düzenlenir ve bu nedenle Oslo Anlaşmaları’na dayalı olarak yapılan bölgesel sınıflandırmaları yansıtmaz. Ayrıca, her ildeki nüfusun dağılımı da belirtilmemektedir; oysa her il, (A), (B) ve (C) bölgelerine ayrılmıştır ve her bir ildeki nüfus dağılımı eşit değildir, çünkü (C) bölgeleri, her ilin büyük kısmını kapsar.

Bu durum, Batı Şeria’daki gerçek nüfus yoğunluğunun doğru bir şekilde anlaşılmasını engeller. Çünkü Batı Şeria, sürekli ve gelişen bir sömürge altyapısına sahip, siyasi olarak ve idari olarak bölünmüş bir alan olup, bu bölünme, halkın dağılma ve yerinden edilme sürecini etkilemektedir. Diğer bir deyişle, nüfus yoğunluğu kavramı, Batı Şeria’nın gerçek yapısına uygun bir şekilde tanımlanamaz. Dahası, bu yaklaşım demografik değişimleri veya daha doğru bir şekilde, (C) bölgesinden (B) bölgesine ve (A) bölgelerine doğru göçü anlamada hiçbir yarar sağlamamaktadır.

[iv] Bakınız: Jamil Hilal, “Siyasetin Batı Şeria ve Gazze’deki Nüfus Durumuna Etkisi”, Filistin Çalışmaları, Cilt 4 (Sonbahar 1990), s. 133-150. https://linksshortcut.com/XDqtN

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu