Suudi Arabistan’ın Filistin Politikasını Anlamak
Mehmet Rakipoğlu[1]
Tarihsel Süreç
Filistin’in I. Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı kontrolünden çıkması ve Britanya eliyle Siyonist karakterli bir İsrail devletine teslim edilmesi Ortadoğu’daki güç dengelerini yerinden etmiştir. Bu anlamda ortaya çıkan Filistin meselesi veya Filistin davası, Arap devletlerinin ve toplumlarının uzun yıllar boyunca dış politika gündemlerini meşgul etmiştir. Mekke ve Medine gibi iki Harem’in hizmetkarı sıfatını taşıyan (Hadim’ul Haremeyn) Suudi Arabistan Krallığı da Filistin meselesine uzak durmamış, yıllar boyu Filistin mücadelesine destek vermiştir. Örneğin Suudi Arabistan’ın kurucu kralı Abdülaziz el-Suud (İbni Suud), dönemin ABD başkanı Dwight D. Eisenhower ile yaptığı ikili görüşmede, İsrail’i düşman olarak tanımlamıştır.[2] Fakat Suudi Arabistan’ın Filistin ‘desteği’ oldukça sınırlı ve sembolik düzeyde kalmıştır. Örneğin 1948 savaşına katılan ve eğitimsiz olan Suudi savaşçı sayısı 1.200 ile sınırlı kalmıştır. Dahası 1948 savaşında ve öncesinde Suudi Arabistan’ın Filistin meselesine bakışını inceleyen Madawi al-Rasheed’e göre, Suudi Arabistan’ın Filistin politikası krallığın ‘İslami karakteri’ veya Filistin meselesinin Arap ve İslam davası olarak görülmesi üzerinden değil, Haşimilerle (Ürdün Krallığı) sürdürülen güç mücadelesi üzerinden şekillenmiştir.[3] Ayrıca Suudi Arabistan her ne kadar Hacı Emin El-Hüseyni ile temas kurmuş olsa da bu politika Britanya’nın Filistin stratejisine zarar vermeme üzerine inşa edilmiş ve Kral bu yönde taahhütlerde bulunmuştur. Örneğin 1931’de Kudüs’te icra edilen bir toplantıya temsilci göndermeyen İbni Suud, Britanya ve 1940’lar sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) çizdiği sınırlar içerisinde bir politika gütmüştür.
Bölgesel Güç Dengeleri
Soğuk Savaş ile başlayan süreç, Suudi Arabistan’ın Filistin politikasının değişmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle 1952 sonrası Mısır’ın Ortadoğu’daki dengelere meydan okuması, Suudi Arabistan ile İsrail arasında örtülü bir iş birliği atmosferi oluşturmuştur. Yemen’de yürütülen savaşta Suudi Arabistan, İsrail istihbarat servisiyle iş birliği yapmıştır. Mivzta Rotev operasyonu olarak literatüre geçen bu iş birliği, iki aktörün değişen bölgesel şartlara göre gayri resmi iş birliği yaptığını ortaya koymaktadır. Her ne kadar Kral Faysal dönemi Suudi Arabistan, 1973 savaşında İsrail’e destek veren ülkelere petrol ambargosu uygulamış olsa da bu ambargo oldukça kısa süreli ve sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla Suudi Arabistan modern dönemde İsrail’e karşı Filistin’i destekleme noktasında net bir tavır sergileyememiştir. Dahası 1979’da İran’da gerçekleşen devrim, 2003 ABD’nin Irak işgali ve Arap devrimleri süreci ile dönüşen bölgesel güç dengeleri de İsrail-Suudi Arabistan yakınlaşmasını artırmıştır. Bahsedilen bölgesel gelişmeler Ortadoğu ölçeğinde İran’ın nüfuzunu artırmasıyla sonuçlanmış ve bu durum İsrail ve Suudi Arabistan tarafından tehdit olarak algılanmıştır. Benzer şekilde 2010 sonrası bölgedeki demokratikleşme hareketleri ile statükonun dönüşmesi de Tel Aviv ve Riyad yönetimlerinin ortak pozisyon almalarını sağlamıştır.
Normalleşme Tartışmaları
Son aylarda Suudi Arabistan ile İsrail’in diplomatik ilişkilerinin tesis edilip edilmeyeceği tartışılmaya başlanmıştır. Özellikle ABD kamuoyu ve medyasında iki aktör arası diplomatik ilişkilerin başlayacağına dair yayımların arttığı gözlemlenmektedir. Başta Foreign Policy, Foreign Affairs, Wall Street Journal gibi yüksek kaliteli dergilerde normalleşmenin olumlu portre edildiği ve bu yönde bir halkla ilişkiler kampanyası (PR campaign) yürütüldüğü rahatlıkla ifade edilebilir. ABD’nin arabuluculuk rolünü üstlendiği normalleşme görüşmelerine gerek Suudi Arabistan gerekse İsrail sıcak bakmaktadır.
İki aktörün normalleşme müzakereleri ABD’nin Ortadoğu politikasında öncelikli bir strateji şeklinde tezahür etmektedir. Gerek Suudi Arabistan Veliaht prensi Muhammed bin Selman gerekse İsrail başbakanı Bünyamin Netanyahu süreçle alakalı olumlu ifadelerde bulunmuştur. Örneğin Suudi veliaht bin Selman, Atlantic dergisine 2018’de verdiği röportajda İsraillilerin kendi topraklarında yaşama hakkı olduğunu ifade etmiştir. Benzer söylemleri tekrar eden veliaht bin Selman, Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşmeyi istediğini ortaya koymaktadır. İsrail tarafının da olumlu karşıladığı bu süreç, ABD’nin 45. Başkanı Donald Trump’ın başlattığı İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olarak yürütülmektedir. Eylül 2020’de Beyaz Saray’da İsrail ile Bahreyn ve BAE’nin normalleşmesi ile başlayan süreç Fas ve Sudan’ın da İsrail ile normalleşmesi ile devam etmiştir. Mezkûr aktörlerin İsrail ile normalleşmesi, Filistin’in lehine bir sürecin işlemesine neden olmamış; aksine İsrail normalleşme sonrası Filistin’deki hak ihlallerine hız kesmeden devam etmiştir. Özellikle yerleşim politikası artarak devam etmiş, Kudüs’teki saldırılarda herhangi bir radikal ve olumlu değişim yaşanmamıştır. İsrail’in bu tavrına karşı BAE yalnızca diplomatik tepki koyabilmiştir. Dolayısıyla normalleşme İsrail’in lehine bir sürece tekabül ederken Filistin’in aleyhine gelişmelerin devam etmesine neden olmuştur.
Suudi Arabistan’ın Normalleşmesi
Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşme müzakereleri BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın normalleşme süreçlerinden göreceli farklıdır. Nitekim Suudi Arabistan’ın İslam, Arap ve Körfez jeopolitiğindeki stratejik önemi mezkûr diğer aktörlerden oldukça farklı bir görünümdedir. Haremeyn’in Hizmetkarı olarak isimlendirilen Suudi Arabistan kralının Filistin gibi geleneksel olarak Arap ve İslam dünyasının kritik meselesine destek vermemesi el-Suud rejiminin güvenliğine zarar vermektedir. Oldukça muhafazakâr bir toplumsal tabana sahip olan Suudi Arabistan’ın Filistin meselesine destekten tamamen vazgeçmesi, 1979 Kâbe baskını gibi olaylara sebebiyet vermesi ve Filistin meselesinin İran’a bağımlı kalması gibi tehditleri beraberinde getirebileceğinden ötürü neredeyse imkansızdır. Fakat bununla birlikte Suudi Arabistan’ın Filistin politikasının geçmişe kıyasla daha ılımlı bir hale geldiği ifade edilebilir. Nitekim bölgesel ve küresel ölçekte Suudi Arabistan’ı güçlü bir konuma getirmeye çalışan veliaht Bin Selman’ın önceliği Suudi Arabistan’ın ulusal çıkarlarıdır. Bu anlamda normalleşme bağlamında İsrail’e sunulan şartlar Riyad yönetiminin Filistin meselesini göz ardı etmeden ulusal çıkarları öncelediğini kanıtlamaktadır. Diğer bir ifade ile Suudi Arabistan Filistin meselesine desteği tam anlamıyla koparmadan ulusal çıkarlarına odaklanmaktadır. Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşme karşılığında öne sürdüğü şartlar bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.
Suudi Arabistan’ın normalleşme karşılığında talep ettiği birinci nokta, ABD’nin güvenlik bağlamında krallığa güvenceler vermesi ve yeni askeri güvenlik anlaşmaları imzalamasıdır. Rejim güvenliğini garanti altına almak isteyen el-Suud rejimi, normalleşmeyi güvenlikle ilişkilendirerek ulusal çıkarlarını öncelemektedir. İkinci olarak nükleer programın geliştirilmesi noktasında ABD’den destek talep eden Suudi Arabistan, bölgesel ölçekte rekabet halinde olduğu İran ile normalleşme sürecini tatbik etse de Tahran’a güvenmediğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda İsrail ile normalleşmeyi yine güvenlikle ilintili bir konu olan nükleer enerji ve programa bağlantılandırarak ulusal çıkarlarını öncelemektedir. Riyad’ın üçüncü talebi de ulusal çıkarlarla alakalı olup Suudi Arabistan’ın Filistin meselesini tamamen terk etmediğini göstermektedir. Bu anlamda Suudi Arabistan, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesini, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletini tanımasını, yerleşimci terörüne son vermesini, Kudüs’ün statüsüne zarar vermeyeceğine dair taahhütlerde bulunmasını şart olarak sunmuştur. Dolayısıyla Suudi Arabistan Mısır, Ürdün, BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan gibi Arap ülkelerinin İsrail ile normalleşme süreçlerinden farklı şekilde Filistin meselesini gözeterek normalleşme müzakerelerini yürütmektedir.
Belirsiz Yol Haritası
Suudi Arabistan-İsrail normalleşme sürecinin tam anlamıyla Filistin’in maslahatına uygun şekilleneceğine dair net bir yol haritasının olmadığı söylenebilir. Bu anlamda Suudi Arabistan, normalleşme bağlamında sunduğu taleplerinde revizyona gidebilir. Nitekim veliaht prens Bin Selman, inşa etmek istediği Suudi Arabistan’da Filistin meselesine özel önem atfetmemektedir. Veliaht prensin hayalinde Suudi Arabistan’ın öncelikleri arasında ideolojik saplantılar olmaması, İslam ve Arap meselelerini Suudi Arabistan ulusal çıkarları nazarında değerlendirmesi normalleşmenin Filistin’e katkı sağlamayacağı problemini gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu anlamda ekonomik büyüme ve toplumsal dönüşümü hedefleyen Suudi Arabistan açısında İsrail ile normalleşme kritik önem arz etmektedir. Ekonomik açıdan bakıldığında, Bin Selman’ın vizyonu çerçevesinde Suudi Arabistan krallığının bölgenin en büyük ekonomisi olması hedeflenmektedir. Bu hedef kapsamında turizmden teknolojiye birçok alanda Suudi Arabistan’ın iş birliklerine ve ticari hareketliliğe ihtiyacının olduğu bilinmektedir. Suudi Arabistan ile çok boyutlu bir rekabetin içerisinde olan BAE, normalleşme sonrası İsrail ile iş birliğinden ciddi kazanımlar elde etmiştir. Ekonomik açıdan bakıldığında, 2021-2023 Ocak ayları arası 450.000 İsrailli turist BAE’yi ziyaret etmiştir ve iki ülke arasında ciddi bir teknoloji transferi gerçekleşmiştir. Abu Dabi’nin yerine bölgesel ticaret ve turizm merkezi olmayı hedefleyen Suudi Arabistan, İsrail’in turizm, teknoloji, ekonomi gibi gelişmiş sektörlerinden faydalanmak istemekte ve bu kazanım alanlarını BAE’ye bırakmak istememektedir. Nitekim Riyad yönetimine göre İsrail ile iş birliği sayesinde ticari gelirlerin genişlemesi, turist sayılarındaki gözle görülür bir artışın sağlanması ve stratejik askeri kazanımlar (silah, savunma sistemleri gibi) elde edilmesi, Suudi Arabistan’ın küresel ve bölgesel güç olma vizyonuna katkı sağlamaktadır. Ayrıca İsrail ile normalleşme Suudi Arabistan’ın ABD ile ilişkilerine de olumlu tesir edeceği düşünülmektedir. Çin ve Rusya ile yakınlaşma kozu ile ABD ile ilişkileri rekalibre eden Riyad yönetimi, normalleşme ile ABD’deki Kongre gibi Suudi Arabistan karşıtı cepheyi yumuşatabilir. Suudi Arabistan’ın fiili kralı veliaht prens Muhammed bin Selman’ın Filistin meselesinin çözümü için düşüncesi, Arap yöneticilerinin düşünceleri ile hemen hemen paralellik arz etmektedir. Buna göre; Filistin meselesinin beklemeden yeni bir adım atılması gerektiği düşüncesi Riyad’daki yönetici elit arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu anlamda Suudi Arabistan’ın ulusal çıkarlarını önceleyerek İsrail’i tanımak ve Filistin’e az da olsa haklar tanımak Riyad’ın orta vadede hayata geçirmeyi hedeflediği planlar arasındadır. Buna rağmen İsrail Suudi Arabistan’ın şartlarını kabul etse dahi, süreci kontrol edecek uluslararası kurumların ve aktörlerin eksik olmasından ötürü, normalleşme Filistin bağlamında soru işaretleri doğurmaktadır ve hatta bu sürecin Filistin’e doğrudan olumlu yansımayacağı argümanını güçlendirmektedir. Bu süreçte bölgesel ve küresel aktörlerin rolünün de önemli olduğunu altı çizilmelidir.
Türkiye’nin Pozisyonu
Bölgesel ve küresel ölçekte oldukça etkin bir siyaset güden Türkiye, Suudi Arabistan-İsrail normalleşme sürecini desteklemektedir. Birleşmiş Milletler 78. Genel Kurulu toplantısı sonrası gazetecilerin sorularını cevaplayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, iki ülke arasında başlatılan normalleşme sürecine Türkiye’nin olumlu baktığını ifade etmiştir. Ankara’nın süreci desteklemesi iki faktör üzerinden açıklanabilir. Bunlardan ilki Suudi Arabistan’ın normalleşme karşılığında talep ettiği şartların Türkiye’nin geleneksel Filistin politikası ile örtüşüyor olmasıdır. Nitekim Ankara yönetimleri bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını, İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesini, işgal ve yerleşime son vermesini, Kudüs’ün statüsünün korunmasını desteklemektedir. Dolayısıyla Suudi Arabistan-İsrail normalleşme sürecinin Ankara’nın Filistin politikasının temel parametrelerini radikal biçimde etkilemeyecek bağlamda ilerlemesi Türkiye’nin normalleşme adımlarını desteklemesini sağlamıştır. İkinci olarak Türkiye’nin son dönemde İsrail ve Suudi Arabistan ile ilişkilerini normalleştirmesi bu süreçte Ankara’nın pozisyonunu etkilemiştir. Bu anlamda Türkiye gerek Suudi Arabistan gerekse İsrail ile ilişkileri zedelememek adına normalleşme sürecine karşı durmamaktadır. Son kertede Türkiye bu sürecin Filistin’in maslahatına olacağını hesap ederek Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesini desteklemektedir. Normalleşme sürecinde Filistin’in haklarının ihlal edilmesi, işgalin ve yerleşim sorunlarının devam etmesi, Kudüs’ün statüsünde değişiklik ve Filistin devletinin kurulması ile alakalı problemlerin tezahür etmesi halinde Türkiye’nin çekincelerini ve eleştirilerini ortaya koyma ihtimali oldukça yüksektir.
[1] Dr., Batman Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü; Akademik Çalışmalar Koordinatörü Dimensions for Strategic Studies.
[2] Mehmet Rakipoğlu ve Menderes Kurt, “Suudi Arabistan-İsrail Örtülü İttifakını Anlamlandırmak”, Turkish Journal of Middle Easter Studies, Vol: 6, No: 2, pp. 103.
[3] Madawi al-Rasheed, Saudi Arabia and the 1948 Palestine War: beyond official history, İçinde The War for Palestine: Rewriting the History of 1948, Eugene L. Rogan and Avi Shlaim (eds.), Cambridge University Press: Cambridge, 2007, p. 235.