Ritüelsiz Bir Ölüm: İşgal, Filistinlilerin Veda ve Defin Uygulamalarını Nasıl Kontrol Ediyor?

Sucud Awais

Gazze’de devam edegelen soykırım süresi boyunca, İsrail’e ait askeri, siyasi ve medya araçları intikamcı gerekçelerle Filistinlilerin yaşam biçimlerini parçalamaya çalıştı. Filistinlilerin ortadan kaldırılmalarını meşru göstermek için onların insan olma vasıflarını onlardan almak içi zaten uzun yıllardır sürmekte olan baskı ve ırkçı uygulamalarını iyice yoğunlaştırdı. İşgalci, Filistinliler üzerinde doğumdan önceki andan ölümlerinden sonraki ana dek hâkimiyet kurmak için tüm çabasını ortaya koydu.

Bu metin, ölümü, Filistinlinin yaşamını sonlandıran bir sınır olarak değil, işgalin Filistinli bedenlerine yönelik tahribatını sürdürdüğü bir başka alan olarak ele alıyor. Burada, cenaze ve defin törenlerinde yaşanan dönüşümler inceleniyor. Bu dönüşümlerin kökeninde, 1948’deki ilk Nekbe’den başlayarak işgalci İsrail’in uzun baskı ve kontrol politikaları var. Yeni Nekbe (2023-2025) sürecinde yoğunlaşan beden ihlâli uygulamaları da buna eşlik ediyor. Metin, aynı zamanda, bizzat bir sömürge yapısı hâline gelmiş ihlâlin, Filistinli şehitlerin defin ve veda uygulamalarına nasıl yansıdığını da ortaya koyuyor.

Öteki Zamana Ertelenmiş Veda ve Hapsedilmiş Cenazeler

Filistinliler için ölüm, üzerinde uzlaşmaya gerek duyulmadan sıkça tekrarlanan, içlerinde taşıdıkları acıyı gizleyen bir sözlüktür. Eğer ölüm, işgalle mücadelenin bir aşaması olarak yaşanıyorsa, onu “hayatın sonu” olarak tanımlamak zorlaşır. Çünkü o, vadiyi ekinle dolduracak bir sürecin başlangıcına da dönüşebilir.

Bu durum, Filistinlilerin taziye ve teselli anlarında sıkça duyulan halk, kültürel ve dini ifadelere yansır. “Rableri katında diridirler” veya “şehitler için ağlama olmaz” gibi sözler bunlardandır. “Şehitler ölmez, kanları devrimi yeşertir” ve “şehitler hepimizden daha onurludur” gibi pek çok söz, farklı mücadele ve direniş evrelerine ilham veren duygusal birikimi yansıtır. Bu duygusal birikim, yeni mücadele ve direniş aşamalarına ilham verdiği için işgal güçleri ölümü bizzat hedef alır. İlk anından başlayarak acısını ve vedasını kesintiye uğratır. Zaman zaman mezar kapısını aşıp şehidin kemiklerine ve mezar taşına kadar uzanan bir ihlâl sergiler. Bu saldırganlık, Filistin davasının belirli bir dönemine özgü değildir. Şehit sembolünü kontrol altına alma, yeniden doğuşunu engelleme ve çevresine korku salma amacıyla süreğen bir strateji olarak kullanılır.

Filistinli ölülere yönelik sistematik saldırı, Nekbe öncesi ve Nekbe sırasında başladı. Siyonist çeteler, Filistin beldelerine düzenledikleri baskınlarda cenazeleri parçaladı. Beden uzuvlarını kestiler, naaşları yaktılar ve kuyulara ya da su birikintilerine attılar. Mezarlıkları, kabirleri buldozerlerle yıkıp üstlerine inşaat yaptılar. Deyr Yasin, Tanturâ ve Devayime gibi yerler bu eylemlerin örneklerini barındırır.

İşgalci İsrail, bu politikalarını 1967’deki “Nekse” dönemine kadar sürdürdü. Bu süreçte Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni de ele geçirdi. O aşamada, Filistinlilerin cenazelerini resmen alıkoyma uygulaması başladı. Bunun için “sayılar mezarlıkları” kuruldu. Fedai eylemlerde hayatını kaybedenlerin naaşları orada tutuldu. Ailelerin toplu cenaze düzenlemesi engellendi.

İşgal uzadıkça ve cenazeleri alıkoyma olayları arttıkça, Filistinliler bu politikaya direnme yolları aradı. 9 Aralık 1987’de şehit olan Hatem es-Sisi’nin naaşının saklanması, bunun tarihî örneklerinden biridir. Cenaze önce Gazze’deki Şifa Hastanesi’nde yatakların altına saklandı. Daha sonra evi basılınca komşu eve kaçırıldı. İşgalcileri oyalamak için boş bir tabutun cenazesi çıkarıldı ve bu sırada şehit apar topar defnedildi. Ramallah Hastanesi’nde şehit olan Husni İyad’ın naaşı da benzer biçimde evden eve taşındı. Ardından beş saatlik dağ yolculuğu boyunca araçta normal bir yolcu gibi tutularak Sılvad’daki ailesine ulaştırıldı ve orada gömüldü.

Daha sonra, özellikle 2015’te başlayan “bıçak intifadası”yla birlikte, işgalin cenazeleri alıkoyma politikasının dozajı yükseldi. İsrail, bireysel eylemleri gerçekleştiren şehitlerin naaşlarını elinde tutmayı, ailelerinin taziye çadırı kurmasına izin vermemeyi rutin bir uygulamaya dönüştürdü. Bazı durumlarda ailelere naaşlar teslim edilirken “gece gömülmesi, aileden az sayıda kişinin katılması, toplu yürüyüş yapılmaması ve otopsi yapılmaması” gibi koşullar dayatıldı. Bu şartları kabul etmeyen kadın şehit Eşraket Kattanani’nin ailesi gibi aileler, cenazeleri teslim alamadılar.

Filistin bedeninin aşağılanması ve ölümünün dahi kuşatma altına alınması, cenazelerin buzdolaplarına tıkılması ve dondurulmuş hâlde ailelerine iade edilmesi gibi uygulamalarla iyice arttı. Örneğin, şehit Besim Salah’ın naaşı ailesine 45 derece eğik, ayakları da 60 derece açıyla donmuş bir biçimde teslim edildi ve cenaze merasimi öncesinde bedeninin “çözülmesi” için saatlerce beklenmesi gerekti.

2015 ile 2019 arasında buzdolaplarında tutulan şehit sayısı 72’ydi. 2021’de 93’e, 2022’de 105’e çıktı. Sayılar mezarlıklarında tutulanların sayısı 2022 sonunda 256’ya ulaştı. İşgal, ayrıca 121 şehidin naaşını kaybettiğini iddia etti. Cenazelerin gömülmesinden sorumlu özel şirketlerden biri kapanmış ve arşivini yok etmişti.

Böylece, ölümü kontrol altına alma, bedeni ve ruhu aşağılayarak şehitlerin onurunu gasp etme ve ailelerin son veda ânını çalma, İsrail sömürgeciliğinde sabit bir politika hâline dönüştü. Bu uygulamalar, sürgün, tutuklama, ev yıkımı ve topraklara el koyma gibi diğer baskı araçlarıyla paralel yürütüldü. Ölümden sonra da süren ihlâl, sömürge düzeninin karşısına çıkanları yıldırma stratejisinin bir uzantısıdır. Amaç, işgalcinin gücünü pekiştirmek ve Filistin toplumunu topluca sindirmektir. Böylece, Filistinliler üzerinde tam bir kontrol sergilemiş olurlar.

Soykırımla Yok Etme: Ne Veda Var Ne Kefen Ne De Mezar

İsrail’in Gazze Şeridi’ne açtığı savaş ve Batı Şeria’da devam eden askerî operasyonlar, ölüm ritüellerini hedef alan politikayı eşi benzeri görülmemiş bir seviyeye taşıdı. Bu politika, İsrail sömürge yapısının bir parçası hâline geldi ve birkaç farklı biçimde ortaya çıktı. İlki, ölümün yoğunluğudur. İkincisi, ateş gücüdür. Üçüncüsü, enkaz altından cenazeleri çıkarmanın engellenmesidir. Dördüncüsü, bedenin toplumsal ve psikolojik onurunun gaspıdır. Sonuncusu ise bedenin son istirahatgâhından sökülmesidir. Her birinin kendine özgü ayrıntıları vardır.

“Ölümün yoğunluğu”, şehit sayısındaki hızlı ve korkunç artışla ortaya çıkar. Bu sayı 51 bini aştı ve Filistin toplumunun dokusunu parçalamayı amaçladı. Bütün bir ailenin nüfus kütüğünden silinmesi, Kasım 2024’e kadar 1410 ailenin başına geldi. Bu aileler toplamda 5444 kişiden oluşuyordu. Ek olarak, 3463 aile tümüyle yok edildi ve onlardan sadece birer sağ kalan çıktı. Bu şekilde sağ kalanların sayısı 7934 kişiydi. Bu tablo, “soyları ve nesilleri ortadan kaldırma” olarak tanımlanır.

İlk savaş şokuyla birlikte, Filistinliler de ölüm ritüellerinin yeni biçimlerde hedef alındığını gördü. Kefenlerin kaybolması, veda ve toplu cenaze duasının güçleşmesi ve şehitler için aile çapında bile uygun defin töreni düzenlemenin neredeyse imkânsız hâle gelmesi, bu durumun yansımasıydı. Mezarlıklar aşırı kalabalıklaştı. Mezar açmak veya düzenlemek neredeyse mümkün olmadı. Çünkü belediye ve mühendislik hizmetleri (kazı, asfaltlama) enkaz altındaki cenazeleri çıkarmakla meşguldü.

Kefenlerin kaybolması, sağlık ekiplerini çarşaflar, yırtık giysiler, renkli perdeler, siyah-beyaz-mavi plastik torbalar gibi malzemeleri kefen yerine kullanmaya zorladı. Böylece bedenlere, hiç değilse ölümün asgari onuru kazandırılmaya çalışıldı.

Veda törenleri ve cenaze namazı toplu biçimde ve dar alanlarda yapılmaya başlandı. Şehitlerin sayısı, hastanelerin morg kapasitesini ve hastane alanlarının sınırını aştı. Bu yüzden yakınları, cenazelere ulaşmakta ve kimlik tespiti yapmakta zorlandı. Gazze’ye yönelik yoğun “halı bombardımanı” çok sayıda kurbanın kimliğinin belirlenmesini engelledi. Böylece yeni bir defin şekli, toplu mezarlar ortaya çıktı. Filistinliler, devam eden bombardıman yüzünden şehitleri hızlıca toprağa vermeye çalıştı. Öte yandan bazı raporlara göre, işgal güçleri de askerî operasyonlar sırasında toplu mezarlar açtı. Şifa, Nasır ve Endonezya hastanelerinin çevresi veya yeni kurulan askerî noktalar bunun örneklerindendi. Bu uygulama, işledikleri suçları saklama ve hastalık ile salgınları yayılmadan önleme amacı taşıyordu. Cenazeler üst üste yığılıyor ve insan onuruyla bağdaşmayan bir şekilde toprakla örtülüyordu.

Beyaz bir kefene ulaşmak bir ayrıcalık olsa da, gidenlere veda edebilmek ve bedenlerini bütünüyle kucaklayabilmek, en az kefen kadar değerliydi. Aileler arasındaki iletişimin kesilmesi, sokaklarda ya da kamusal alanlarda hayatını kaybedenlerin sayısını daha da artırdı. Bu durum, “kimliği bilinmeyen şehit” kavramının sık duyulur bir hâle gelmesine yol açtı. Savaşın ilk iki haftasında 43, ilk üç ayında 281, altıncı aya varıldığında 1400 kimliği bilinmeyen şehit defnedildi.

Öte yandan, hava, deniz ve karadan yürütülen üç boyutlu ateş gücü, yalnızca ölüme yol açmakla kalmadı. Aynı zamanda bedenlerin tüm izlerini silmeyi hedefledi. Bu saldırılar sonucu binlerce Filistinli şehit, tamamen parçalanmış uzuvlar hâlinde kaldı. “Naaş” kavramı ortadan kalktı ve yerine her bombardımanda “ceset parçaları” tanımı kullanılmaya başlandı. Bu durum, doğal siluet ve boyutları kaybolan bedenlerin belirlenmesi için Filistinlileri ilginç bir yönteme mecbur bıraktı. Kendi içinde parçalanmış bedenlerin ağırlığına bakarak, hangi parça kime ait diye anlamaya çalıştılar. Artık kefen de tamamen ortadan kayboldu. Onun yerine plastik veya gıda torbaları, hatta okul çantaları kullanıldı. Gazze’deki sivil savunma verileri, 2842’den fazla şehidin bu yüksek ısı yayan bombalar yüzünden adeta buharlaştığını gösteriyor. Bu bombalar metal eşyaları bile eritmeye yeterliydi. Bedenleri toz hâline getirip, geriye herhangi bir iz bırakmıyordu.

Enkaz altından cenazeleri çekip çıkarma ve onlara ulaşma çabası da sömürgeci bir stratejinin parçasıydı. Bu strateji, kaos yaratmayı ve bu kaosu beslemeyi amaçlar. Böylece istikrar, düzen ve rutin ortadan kaldırılır; yeni baskı biçimleri için kapı aralanır. Savaş sırasında işgal, sağlık hizmetleri ile sivil altyapıyı hedef aldı. Yakıt ve elektriği kesti. Ambulans ve sivil savunma görevlilerini vurdu. İnsanlar o bölgelerde toplanınca aynı yerleri tekrar bombaladı.

Son ateşkes döneminde bile, Filistinliler “ölüm sonrasına” dair fazla bir rahatlama yaşayamadı. Gazze’nin tamamında enkaz kaldırma ve cenaze kalıntılarını çıkarma işlemi için en fazla on kadar iş makinesi bulunuyor. Uzmanlara göre, bu yetersizlik yüzünden tüm enkazın kaldırılması yaklaşık üç yıl sürebilir. İşgal, cenazeleri de “normal yaşamın” bir parçası sayar. Bu yüzden tüm sömürgeci araçlarını devreye sokup cenaze törenlerini engeller. İnsanları göçe zorlamak, ablukayı sürdürmek, elektrik ve suyu kesmek, ilaçları tükenmeye bırakmak, sınır kapılarını kapatmak, toplu alanları ve sivil yerleşimleri vurmak gibi yöntemler kullanır. Hastaneler, cenaze evleri, mezarlıklar ve camiler hedef alınır. Böylece ölümle ilgili tüm dinî ve toplumsal ritüeller, hatta kadınların yas evlerinde gösterdiği dayanışma bile gasp edilmiş olur. Gazze’de ölüm yaygınlaşsa da, bu durum Filistinliler için acıyı azaltmaz veya ölümü basitleştirmez. Aksine, ölüm her daim işgalle bağlantılıdır. Filistinliler bu zor koşullara rağmen yaşama sıkı sıkıya sarılmaya, elden geldiğince yaşamın tadını çıkarmaya devam eder.

Dördüncü aşama, bedenin toplumsal ve psikolojik onurunun gaspıdır. Bu durum kara saldırısıyla doruğa çıktı. İşgal güçleri, Gazze’nin toplumsal, psikolojik ve kurumsal yapısını dağıtmak için her türlü insanî çabayı vurdu. Yaralılara yardım etme girişimlerinden, tankların kuşattığı yaşlıları veya mahsur kalanları kurtarma çabalarına kadar pek çok eylem hedef alındı. İsrail askerleri, insansız hava araçlarıyla veya tank ve keskin nişancı ateşiyle Filistin bedenleriyle adeta oynadı. Kimi zaman bedenlere patlayıcı tuzaklar kuruldu. Kalan parçalar köpeklere terk edildi.

Bazı raporlara göre, ateşkes döneminde yüzlerce cenaze ve cenaze kalıntısı enkazdan çıkarıldı. Şubat 2025’e dek 458 kişinin naaşı bulundu. Ancak uzmanlar hâlâ 4 ila 5 bin naaşın göçük altında olduğunu düşünüyor. Bu cenazeler, kimliklerinin belirlenmesini ve insanca defnedilmeyi bekliyor.

Bedenin onurunun gaspı, İsrail’in Gazze Şeridi’nden 259’dan fazla naaşı alıkoymasıyla yakından ilişkilidir. Bu naaşlara dair Filistinlilere hiçbir bilgi ya da ayrıntı verilmedi. Gerçek vahamet, İsrail’in 88 cenazeyi Uluslararası Kızılhaç Komitesi’ne son derece kötü koşullarda, mavi torbalarda ve herhangi bir detay olmaksızın teslim etmesiyle daha açık hâle geldi. Bu teslimatta, şehitlerin deri, kemik ve kornea gibi uzuvların çalınması da dâhil pek çok ihlâl saptandı.

Gerçekte, sokaklarda, hastane avlularında, evlerin önünde ve dar sokaklarda ya da yıkık binaların altında haftalarca, aylarca gömülememiş şehit bedenlerini görmek Filistinliler için yıkıcı bir olaydır. O alanlarda kıpırdayan herkesin işgalci İsrail tarafından vurulma riski, bu cenazelerin defnedilmesini imkânsız kılmaktadır. Filistinlilerin içinde, bu tarz bir “çalınmış son”a karşı büyük bir öfke birikti. Pek çoğu, kimliği belirsiz ve yol kenarında sahipsiz kalmak yerine, kefeni, namazı ve bir mezar taşı olan “onurlu bir ölüm” diledi. Sosyal medyada, kefenlenmiş, dua ve veda ile gömülmüş, bir mezar taşında adı yazan ve geridekilerin gidip hasretini dile getirebileceği, zarafetle yas tutabileceği bir ölüm düşlediklerini paylaştılar.

Son olarak, bedenin son istirahatgâhından koparılması, üç biçimde ortaya çıktı. Birincisi, işgalin mezarlıkları tünel arama bahanesiyle buldozerle veya bombalarla yok etmesidir. İkincisi, mezarları kazarak cenazeleri çalmasıdır. Üçüncüsü de hastanelerden veya tıbbi merkezlerden naaşları zorla alıp götürmesidir. Bu son iki yöntem, soykırım sırasında öldürülen İsrailli askerlerin cenazelerini arama ve İsrail’in doku ile deri bankasını genişletme amacı taşır.

İşgalci İsrail, Gazze’de 19 mezarlığı yerle bir etti. 4300’den fazla mezarı kazarak 2400’den fazla naaşı çaldı. Bu uygulama hem yeni şehitlerin bedenlerini hem de tarihteki şehitleri etkiledi. Şehitlerin değerini ve kabirlerini tahrip etti. Böylece, ailenin mezarla kurduğu duygusal bağ koparıldı. İşgalci, toprak üzerindeki sömürgeci egemenliğini kalıntılar üzerinden de dayattı. Hafızayı silmeye çalıştı. Henüz yaşayan Filistinlilere, ölülerinden önce “çifte bir ölüm” biçimi getirdi.

Bu durum karşısında, Filistinlilerin tek seçeneği, kaybettikleri yakınlarının kalıntılarını toplamaya çalışmak ve onları yeniden defnetmek oldu. Aynı zamanda bu kalıntılara kimlik kazandırmak ve yeni kayıpların kalıntılarıyla birleştirmek zorundaydılar. Ne yazık ki kayıp bir Filistinli, esir düşmüş de olabilir, enkaz altında ya da bir sokağın köşesinde şehit düşmüş de olabilir. Veya işgal güçleri tarafından mezarından sökülüp alınmış kalıntılara da dönüşmüş olabilir. Böylece ailesi, onun adına bir mezar yeri belirlemek ve bu yeri özlemlerini dile getirebilecekleri bir dayanak olarak kullanma fırsatından mahrum kalır.

Sonuç

Sonuç olarak, bir buçuk yıldan uzun süredir devam eden soykırım boyunca işgal güçlerinin ölümü hedef alma yöntemleri, siyasi, askeri ve ekonomik çıkarları doğrultusunda birbirine karıştı. Gazze, tarihin ve yaşamın sona erdiği bir yer hâline getirildi. İsrail’in siyasi mekanizmaları da korku salarak “caydırıcılığı” yeniden kazanmak istedi. Filistinliler, yaşadıkları bu soykırım içinde ölümden kopmaya çabalıyor. Onunla baş etmeyi denerken, bazen onu görmezden gelmeyi seçiyorlar. Çünkü güçlerinin ötesinde, daha büyük felaketlere bakarak kendi acılarını azaltmaya çalışıyorlar. Kimi ruhu için, kimi bedeni için yas tutuyor; bazıları ise hem ruhlarını hem bedenlerini hem de defin imkânını yitiriyor. Hepsinin elinde, bir vedaya sığmayan, bir mezara sığmayan ve bir ölümle bile silinemeyecek kadar büyük acılar, öyküler ve hikâyeler var. Savaş ve soykırım çağında, bir Filistinli hem yaşama tutunmanın hem de kendisi için onurlu bir ölüm arayışının peşine düşüyor.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu