Lübnan Yol Ayrımında: Silahsızlandırma Gerekçesiyle Yürüyen Sistematik İsrail Tırmanışı

Lübnan, İsrail ve ABD söylemlerindeki niteliksel bir tırmanışa tanık oluyor. Bu tırmanış, siyasi tehditlerin artması ve güney yönünde yoğunlaşan askerî saldırılarla birlikte ilerliyor. Her iki taraf da Lübnan sınırlarında istikrarın sağlanması ve İsrail ordusunun çekilmesi için Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını önkoşul olarak dayatıyor.
Bu dış baskılar, hükümetin yıl sonuna kadar silahın yalnızca devletin elinde toplanmasını öngören kararı kabul etmesi sonrasında daha da ağırlaşan iç zorluklarla kesişiyor. Öte yandan Hizbullah, özellikle İsrail’in güneyde hâlen işgal altında tuttuğu Lübnan toprakları varken, dış baskıları reddederek direniş denklemini ve silahını koruma konusundaki kararlılığını vurguluyor.
Bu gelişmeler, Lübnan’ı iç ile bölgeselin, siyasi ile askerî olanın kesiştiği kritik bir evreye taşıyor; İsrail’in kapsamlı bir askerî operasyon başlatma olasılığına dair işaretler giderek artıyor. Ekim 2025’te Gazze’de ateşkes sağlanmasından bu yana, Lübnan cephesi, “silahsızlandırma dosyası” bahanesiyle yeniden savaşın eşiğine dönmüş görünüyor. 7 Ekim sonrasında bu dosya, İsrail–ABD hesaplarında temel bir eksene ve savaş sonrası bölgesel düzenlemelere yön verecek belirleyici bir unsura dönüşmüş durumda.
Kırılgan bir “sükûnetten” yeniden tırmanışa: Saha ve siyaset göstergeleri
Son haftalarda Lübnan’ın güneyi, İsrail’in operasyon temposundaki hızlı artışa tanıklık ediyor. Bu tırmanış, 6 Kasım 2025’te işgal ordusunun “Hizbullah’a ait altyapılar” olarak tanımladığı hedeflere yönelik bir dizi hava saldırısıyla zirveye ulaştı. Saldırılarla eşzamanlı olarak sınır hattındaki birçok köyün sakinlerine evlerini boşaltmaları yönünde uyarılar gönderildi.
İsrail, operasyonun ABD ile koordineli yürütüldüğünü açıkladı; bunu 7 Kasım’da ABD’nin Beyrut Büyükelçiliği’nin “Washington, Hizbullah’ın Lübnan ve bölgeyi tehdit etmesini engellemek için tüm araçları kullanacaktır” şeklindeki sert açıklaması izledi. Bu atmosfer, sahneyi yeniden Kasım 2024 ateşkesinden önceki savaş koşullarına geri çekiyor.
Bu gelişmeler, İsrail’in siyasi ve askerî söylemindeki yükselişle paralel ilerliyor. Nitekim İsrailli Kanal 12, 6 Kasım tarihli haberinde, ordunun “yakında Hizbullah’a karşı büyük bir çatışma turuna hazırlandığını” aktararak, Tel Aviv’in “Hizbullah’ın savaş öncesi konumuna dönmesine izin vermeyeceğini” vurguladı. Aynı dönemde Başbakan Binyamin Netanyahu’nun başkanlığında bir dizi güvenlik toplantısı yapıldığı, bu toplantıların Lübnan cephesindeki gelişmeler ve geniş çaplı bir çatışma ihtimalinin değerlendirilmesine ayrıldığı bildirildi.
İsrailli yetkililerin açıklamaları ve medyadaki değerlendirmeler, “Hizbullah’ın askerî kapasitesini yeniden inşa ettiği” ve “Suriye üzerinden yüzlerce füze kaçırmayı başardığı” yönündeki iddiaları öne çıkarıyor. Yisrael Hayom, 28 Ekim tarihli haberinde resmî İsrail değerlendirmelerine dayanarak İran’ın Irak ve Suriye üzerinden Hizbullah’a silah aktardığını ve örgütün yaklaşık 10 bin füze bulundurduğunu iddia etti.
Bu tırmanış, Ekim 2025’ten bu yana süren sahadaki artan gerilimin devamı niteliğinde. İsrail hava kuvvetleri, Hizbullah hedefleri olarak nitelendirdiği (depo ve füze rampaları vb.) noktaları hedef alan bir dizi hava saldırısı düzenledi. Ayrıca İsrail ordusu, Lübnan’ın güneyindeki Bleyda kasabasına silahlı bir baskın gerçekleştirerek belediye binasına girdi ve baskın sırasında kasaba çalışanını hedef aldı.
Yine 24–26 Ekim arasında İsrail ordusu, Hizbullah’ın güney komutanlığında lojistikten sorumlu olduğu belirtilen Abbas Karki, Radvan Birimi’nin tanksavar füze sistemlerinde görevli Zein el-Abidin Fetuni ve Suriye’den Hizbullah’a silah taşımakla suçlanan Ali Hüseyin el-Musavi gibi isimleri hedef alan nokta suikastlar gerçekleştirdiğini duyurdu.
Ayrıca 24 Ekim’de, İsrail ordusu Lübnan sınırında geniş çaplı askerî bir tatbikatın sona erdiğini ilan etti. Tatbikatın, savunma pozisyonundan saldırı düzenine geçişi ve yedek kuvvetlerin çağrılmasını içermesi, yaklaşan olası bir çatışma turu için açık bir operasyonel hazırlık sinyali olarak değerlendirildi.
Buna karşılık, 4 Kasım’da ortaya çıkan bilgiler, Lübnan hükümetinin tansiyonu düşürmek için dost ülkelerle diplomatik temaslar yürüttüğünü gösterdi. Bu temaslarla paralel şekilde, Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Aoun yaptığı açıklamada “müzakerenin tek seçenek ve ortak ulusal tercih olduğunu” vurguladı. Başbakan Nevvaf Selam ise, “silahın devletin tekelinde olması artık bir slogan değil, Bakanlar Kurulu’nda alınmış bir karardır ve bundan geri dönüş yoktur” diyerek hükümetin tutumunu sertleştirdi.
Öte yandan Hizbullah, 6 Kasım’da üç başkana ve Lübnan halkına hitaben yayımladığı açık mektupta, silahına ve direniş denklemine bağlılığını yeniden teyit etti. Mektubun içeriği, hareketin ulusal duruş ile dış baskılar arasındaki çizgiyi nasıl tanımladığını net bir şekilde ortaya koydu. Bununla birlikte, bu durum İsrail–ABD baskıları ile silah dosyasını iç uzlaşmayla yönetme kapasitesi arasındaki karmaşık dengeyi de gözler önüne seriyor.
Bu tablo, Lübnan’ın “kırılgan sükûnet” aşamasından, İsrail–Amerikan tasavvuruna göre kurgulanmış yeni bir iç-dış tırmanış evresine geçtiğini gösteriyor. Bu çerçevede güney, silahsızlandırma denklemine zorla veya dayatılmış bir müzakere süreciyle ulaşmayı hedefleyen bir baskı sahasına dönüştürülüyor.
İsrail, ince ayarlı ve gösterişli askerî hamlelerle sahada baskı oluşturarak, alanı siyasetin uzantısına çevirmeye çalışıyor; “önleyici caydırıcılık” kavramını yeniden devreye sokarak Lübnan’a yönelik operasyonlarını genişletmeyi meşrulaştırıyor. Nitekim İsrail Güvenlik Bakanı Yisrael Katz, 2 Kasım’da “Kuzey İsrail’in tehdit edilmesine izin vermeyeceğiz; azami yaptırım politikasını uygulamaya ve derinleştirmeye devam edeceğiz” açıklamasını yaptı.
Dolayısıyla tüm askerî ve siyasi göstergeler, İsrail’in aşamalı bir tırmanış planı dâhilinde hareket ettiğine işaret ediyor; bu plan, savaşın geri dönüşünü bir “karar” değil bir “zamanlama” meselesine dönüştürüyor. Özellikle ABD yönetiminin, İsrail’den “ayın sonuna kadar Lübnan’da harekete geçmekte acele etmemesini” istediği, anlaşmanın uygulanmasında ilerleme kaydedilmemesi hâlinde İsrail’in askerî adımlarına anlayış göstereceğini ilettiği, 4 Kasım tarihli Kanal 13 haberine yansıdı.
Bu çerçevede Lübnan’ın güneyi, askerî ve diplomatik, iç ve bölgesel hatların iç içe geçtiği bir sahneye dönüşüyor; her saldırı ve her açıklama, ülkeyi savaşın eşiğinde tutan ve aynı anda bu eşiğin tamamen aşılma ihtimalini de diri tutan daha geniş bir siyasi-askerî mühendislik sürecinin parçası hâline geliyor.
Hizbullah’ın Mektubu ve ABD’nin Sınır Çizimi Önerisi: İç ve Bölgesel Siyasetteki Anlamları
Mevcut Lübnan bağlamı, İsrail–Amerikan baskıları ile Hizbullah’ın siyasal hareketliliği arasındaki etkileşimlerin hızla arttığı bir döneme işaret ediyor. Washington’ın, özel temsilcisi Tom Barrack aracılığıyla, Lübnan ile İsrail arasında doğrudan bir sınır çizimi müzakere süreci dayatmaya çalışması bunun son örneği.
Barrack, 1 Kasım’daki açıklamasında “diyalog yalnızca İsrail’le olmalı ve İsrail buna hazır” diyerek, sürecin çerçevesini açıkça belirledi. Öneri; iki aylık bir ateşkesi, Lübnan’ın silahsızlanma yönünde adımlar atmasını, ardından da İsrail’in işgal ettiği beş noktadan çekilmesini ve İsrail hapishanelerindeki Lübnanlı esirleri serbest bırakmasını öngörüyor. Beyrut ise müzakereye prensipte açık olduğunu, ancak görüşmelerin dolaylı olması ve ateş altında yürütülmemesi gerektiğini vurguluyor.
Bu çerçevede, Hizbullah’ın 6 Kasım’da “üç başkan”a (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı) ve Lübnan halkına gönderdiği mektup, hem dış baskılara hem de hükümetin yıl sonuna kadar “silahın devlette toplanması” yönündeki kararına doğrudan bir yanıt niteliği taşıyor. Mektupta, İsrail’le herhangi bir siyasi müzakerenin “Lübnan’ı boyun eğdirmeyi” ve “düşmanın çıkarlarına uygun bir kararı dayatmayı” amaçladığı belirtiliyor.
Direnişin silahının pazarlık konusu yapılamayacağı özellikle vurgulanarak, “silah meselesinin yabancı talebiyle veya İsrail şantajıyla değil, ulusal bir mutabakatla ele alınabileceği” ifade ediliyor. Mektup ayrıca ulusal önceliğin “ateşkes ilanının hükümlerine göre saldırının durdurulması ve düşmanın buna uymaya zorlanması” olduğunu belirtiyor. Böylece Hizbullah, hükümetin attığı adımı “aceleci” ve “hükümetin işlediği bir hata” olarak tanımlayarak reddediyor.
Analitik açıdan bakıldığında, ABD önerisinin İsrail’e gelecekte daha kapsamlı askerî harekâtlar için bir tür “diplomatik meşruiyet zemini” sağladığı söylenebilir. Barrack’ın 19 Ekim’deki açıklamalarında, Lübnan hükümetinin silahsızlanma konusunda tereddüt etmesi halinde İsrail’in “tek taraflı adımlar atabileceğini” söylemesi; meselenin yalnızca bir teknik müzakere değil, aynı zamanda siyasi–askerî baskı aracına dönüştürüldüğünü gösteriyor. Bu söylem, sahadaki her gecikmeyi ya da siyasî tartışmayı Hizbullah’ı hedef alan daha sert adımları meşrulaştıran bir gerekçeye dönüştürüyor ve İsrail–ABD ekseninin sonraki hamlelerine uygun bir zaman çizelgesi oluşturuyor.
Mülteci Kamplarındaki Deneyiminin Başarısızlığı ile Hizbullah’ın Silahı Arasında
Filistin mülteci kamplarının silahsızlandırılmasıyla ilgili pratik deneyim, Lübnan bağlamında İsrail–ABD yaklaşımının saha, siyaset ve toplum düzeylerinde uygulanabilirliğinin sınırlarını açığa çıkarmaktadır. Bu deneyim, daha karmaşık bir düzeyde, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına yönelik herhangi bir girişimi de zorlaştırmaktadır.
Lübnan hükümeti, Ağustos 2025’te aldığı “silahın devletin tekelinde olması” yönündeki kararla eş zamanlı olarak, mülteci kamplarındaki Filistinli örgütlerin silahlarının toplanmasına yönelik pratik adımlar atmaya başlamış; ordunun bazı silah sevkiyatlarını teslim aldığı ve bunun bir kısmının siyasi kararın sahaya aktarılmasını göstermek amacıyla medya eşliğinde yürütüldüğü açıklanmıştır.
Ancak buna rağmen, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın Eylül 2025 tarihli analitik raporu, sürecin siyasi tereddütler, toplumsal boşluklar ve fraksiyonel bölünmelerle karşı karşıya kaldığını göstermiştir. Silah toplama süreci belirli bir mekanizmayla başlatılmış olsa da, bunun kamplara somut yaşam koşulları iyileştirmeleri sağlayacak bir hizmet boyutuyla desteklenmemesi, kamplardaki motivasyonun gerilemesine yol açmıştır. Aynı zamanda Fetih Hareketi içinde temsil ve kaynak paylaşımı konusunda anlaşmazlıklar ortaya çıkmış; Reuters’a konuşan bir Fetih yetkilisi, “kamplardan birinden teslim edilen silahların, teslimattan 24 saat önce kampa sokulmuş yasa dışı silahlar olduğunu” belirtmiştir.
Öte yandan bazı gruplar sürece katılmayı reddetmiş veya çekincelerini açıklamış; bazı örgütler kararın kendilerini kapsamadığını, yalnızca Fetih’i ilgilendirdiğini ifade ederken, Hamas ve İslami Cihad ise Lübnan tarafıyla diyaloğa hazır olduklarını, ancak silahların tesliminin Filistin halkının haklarını ve kampların güvenliğini ilgilendiren temel dosyalardan ayrı tutulmaması gerektiğini vurgulamıştır.
Kampların silahsızlandırılmasında görece bir başarı veya başlangıç niteliğinde bazı pratik adımlar atılmış olsa da, bunun çok daha büyük ve hassas bir dosya olan Hizbullah’ın silahı konusunda uygulanabilir bir model oluşturması zordur. Silah, her iki durumda da yerel güç yapılarının bir parçası olsa da, kamplarda yaşananlarla Hizbullah dosyasında gerekecek adımlar arasındaki niteliksel fark açıktır.
Hizbullah, devlet ve toplum kurumlarına nüfuz etmiş, sosyal hizmetler ve ekonomik ağlar sağlayan, sadece bir silah deposundan ibaret olmayan siyasi ve toplumsal bir yapıdır; liderliği izole edilebilen veya silah depoları hedef alınabilen bir kamp içi örgütten tamamen farklıdır. Ayrıca silahlanmasını geniş Şii toplumsal tabanı içinde kökleşmiş bir “direniş meşruiyeti” söylemiyle temellendirmekte; bölgesel bağlantılara sahip olması ve silahının bölgesel stratejik dengelerle ilişkilendirilmesi nedeniyle bunu “Şii toplumu için varoluşsal bir güvence” olarak görmektedir.
Bu nedenle, kapsamlı bir silahsızlandırmanın iç uzlaşmayı, ulusal ve siyasi hassasiyetleri ve söz konusu çok katmanlı yapıyı dikkate alan bir müzakere çerçevesi olmaksızın dayatılması durumunda, bunun katlanarak büyüyen engeller doğurması muhtemeldir. Böyle bir girişim, siyasi sistemin iç meşruiyetini yitirmesine, toplumsal/mezhepsel dirençlere, iç siyasi çatışmalara ve hatta Hizbullah’ın silahının zorla alınmaya çalışılması hâlinde bir iç savaş ihtimaline yol açabilecek gelişmelere kapı aralayabilir.
Sonuç
Siyasal ve sosyolojik açıdan bakıldığında, kamp silahlarının tasfiyesi sürecindeki güçlükler ile bu dosya ile Hizbullah’ın silah dosyası arasındaki belirgin fark, Lübnan devletinin hem Hizbullah’ın hem de Filistinli mülteci kamplarının silahsızlandırılması konusunda çok katmanlı bir zorlukla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Bu mesele, Lübnan içi düzeyde olduğu kadar Lübnan–Filistin ilişkileri bağlamında da siyasi ve toplumsal yansımaları, maliyetleri ve karmaşıklıkları olan bir dosyadır.
Buradan hareketle denilebilir ki, İsrail, Lübnan devletinin karşılaştığı bu uygulama engellerini bölgesel bir siyasete dönüştürmekte; “eksik silahsızlandırmayı” baskılarını sürdürmek ya da artırmak için bir gerekçe olarak kullanmakta, tehditler ve askerî operasyonlar yoluyla bunu pekiştirmekte ve uluslararası destek ile ekonomik finansmanı buna bağlamaktadır.
Böylece silahsızlandırma, sahada kalıcı bir sakinleşme adımı olmaktan çıkarak fiilen bir tırmanma aracına dönüşmektedir. Zira uygulamadaki boşluklar, işgalci güç tarafından askeri ya da diplomatik adımlarını meşrulaştırmak, operasyonel düzeyi yükseltmek veya ek şartlar dayatmak için siyaseten kullanılmaktadır.
Öte yandan, İsrail’in Lübnan’a yönelik mevcut tırmanışı, sınırlar ve askerî kapasiteler bağlamında Orta Doğu’nun yeniden düzenlenmesine yönelik daha geniş ölçekli stratejik bir mühendisliğin parçasıdır. Bu çerçevede, sahadaki, siyasi ve diplomatik baskıların tümü uzun vadeli hedefler doğrultusunda kullanılmakta; silahsızlandırma ne salt askerî bir tedbir ne de savaşın teknik olarak sona erdirilmesine yönelik bir işlem olarak ele alınabilmektedir.
Aksine, bu olgu, daha geniş bir bölgesel projeye içkin, güç dengelerini yeniden şekillendirmeyi ve bölgesel etkinliği yeniden tanımlamayı hedefleyen stratejik ve merkezi bir siyasi araç olarak üretilmektedir. Bunun, bölgenin işgalci güç ve ABD’nin çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılmasına hizmet eden daha kapsamlı bir planın parçası olduğu söylenebilir.
Diğer taraftan, resmî Lübnan hattının bugün üç iç içe unsur üzerine kurulu olduğu görülmektedir: yıl sonuna kadar ilan edildiği şekilde iç silahlanma dosyasını kontrol edebilme kapasitesi; Hizbullah ile bu konuda dengeyi koruyarak ilişki yönetimi yürütebilme ve tarafı açık bir çatışmaya sürüklememe gerekliliği; ve son olarak İsrail–ABD baskılarıyla başa çıkarken tırmanmayı sınırlayacak, işgalci güçlerin saldırılarını ve ateşkes ihlallerini durdurabilecek bir yönetim kapasitesi geliştirme zorunluluğu.



