İsrail’e Karşı Artan Uluslararası Eleştiriler ve İsrail’in Yanıt Stratejileri

7 Ekim 2023’te İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırısının başlamasından bu yana, bölge eşi benzeri görülmemiş bir insani felaket aşamasına girmiştir. Bu süreç, yalnızca askeri çatışmalarla sınırlı kalmamış, yaşamın tüm temel unsurlarını hedef almıştır.
Birleşmiş Milletler raporları ve The Guardian gibi önde gelen uluslararası gazetelerin aktardıklarına göre, Gazze’deki kurbanların yaklaşık %83’ü sivillerden oluşmaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler verilerine göre Gazze, resmi olarak “kıtlık bölgesi” ilan edilmiştir. Bu durum, artık göz ardı edilmesi imkânsız hale gelen insani çöküşün boyutlarını ortaya koyan emsalsiz bir gelişmedir.
Bu kadar çok sayıda kanıt ve uluslararası rapor, dünyada geniş kapsamlı bir tepki dalgası doğurmuştur. İsrail’e yönelik savaş suçu ve etnik temizlik suçlamaları giderek artmaktadır. Buna karşın İsrail hükümeti, tarihindeki en aşırı sağcı yönetim tarafından yönlendirilmekte ve bu baskılarla ideolojik bir zeminde yüzleşmektedir. İşgalci yönetim, sahada fiili durum yaratmanın aracı olarak askeri güce bel bağlamayı sürdürmektedir.
Bu çerçevede, bu rapor Gazze’deki insani felaketin boyutlarına dair kapsamlı bir analitik okuma sunmayı amaçlamaktadır. En güncel uluslararası ve insan hakları raporlarına dayanarak hazırlanan bu değerlendirme, söz konusu felaketin İsrail’in küresel arenadaki imajına yansımalarını ve Filistin meselesinin, İsrail varlığının sömürgeci ve ırkçı niteliğinin açığa çıkmasıyla birlikte giderek daha belirginleşen ulusal kurtuluş projesindeki yerini de irdelemektedir.
1) Gazze’deki İnsani Felaket Tablosu
Ekim 2023’te İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının başlamasından bu yana bölge, eşi benzeri görülmemiş bir insani çöküş aşamasına girmiştir. Savaş artık sadece bir askeri çatışma değil; yaşamın tüm unsurlarını hedef alan kapsamlı bir krize dönüşmüştür. Bu durum dört temel eksen üzerinden somutlaşmaktadır:
İnsani Kayıplar
Birleşmiş Milletler verileri ve araştırmacı gazetecilik soruşturmaları, Gazze’deki insanî yıkımın eşi benzeri görülmemiş boyutlarını ortaya koymaktadır. The Guardian’ın, İsrail ordusunun istihbarat veri tabanına dayanarak hazırladığı interaktif inceleme, Gazze’de katledilenlerin %83’ünün sivil olduğunu göstermektedir.
Ağustos 2025 ortasına kadar ölü sayısı 61.700’ü aşmıştır; bunların büyük çoğunluğu kadınlar ve çocuklardır. Birleşmiş Milletler tahminlerine göre 160 binden fazla yaralı bulunmaktadır ve binlerce kişi hâlâ kayıptır. Bu tablo, insani kayıpların toplumsal dokunun tamamını tehdit edecek düzeyde felakete ulaştığını gözler önüne sermektedir.
Veriler ve realite, sivil halkın sistematik biçimde hedef alınmaya devam ettiğini ve yoğun nüfuslu bölgelerde aşırı güç kullanımının sürdüğünü ortaya koymaktadır. Bu durum, İsrail’in uluslararası insancıl hukukta yer alan ayrım ve orantılılık ilkelerine ne kadar bağlı kaldığı konusunda ciddi soruları gündeme getirmekte ve bu ihlaller hakkında uluslararası soruşturmalar ve hesap verilebilirlik taleplerini güçlendirmektedir.
Kıtlık ve Yaşam Unsurlarının Çöküşü
Ağustos 2025’te Gıda Güvenliği Aşamalı Sınıflandırma (IPC), Gazze’nin resmen kıtlık aşamasına girdiğini ilan etti. Bu, Orta Doğu’da ilk kez yapılan böyle bir duyuru olup, gıda güvensizliğinin ulaştığı felaket boyutunu göstermektedir. Bu durum, çocuklar arasında yaygın ve ağır yetersiz beslenme vakalarıyla, neredeyse tamamen çökmüş bir sağlık sistemiyle aynı anda yaşanmaktadır.
Birkaç hastane kısmen hizmet vermeye devam ederken, ilaç ve yakıt kıtlığı hayati müdahaleleri engellemektedir. Halk, şiddetli bir su krizinin pençesindedir; nüfusun büyük çoğunluğu acil durum için belirlenen asgari miktarın çok altında suya erişebilmektedir. Gıda yardımları ise sınırlı düzeyde ulaşmakta ve ihtiyaçların yalnızca küçük bir kısmını karşılamaktadır.
Altyapının Sistematik Tahribi
Uydu görüntüleri ve Birleşmiş Milletler raporları, Gazze’de sivil altyapıyı hedef alan yıkımın eşi benzeri görülmemiş boyutlarını açığa çıkarmaktadır. Konutlar, eğitim ve sağlık kurumları, yol, elektrik ve su şebekeleri dahil olmak üzere geniş alanlar yaşanmaz hâle getirilmiştir. UNOSAT verilerine göre, Temmuz 2025’e kadar toplam 192.812 bina —bu, bölgedeki tüm binaların %78’ine karşılık gelmektedir— farklı düzeylerde zarar görmüştür.
Eğitim Birliği’nin ayrıntılı tahminlerine göre ise okulların %91,8’i (564 binadan 518’i) ancak tamamen yeniden inşa edilerek ya da büyük onarımlarla kullanılabilir duruma gelebilecektir. Yüksek hassasiyetli InSAR teknolojisiyle yapılan değerlendirmeler, sadece bir yıl içinde yaklaşık 191.263 binanın (%60 civarında) yıkıldığını veya ağır hasar gördüğünü göstermektedir.
Bu tür bir yıkım, rastgele bombardımanların ötesine geçmekte ve toplumsal altyapıyı ve temel hizmetleri felç etmeye yönelik sistematik bir stratejiyi ortaya koymaktadır. Bu da yeniden inşa maliyetini devasa boyutlara taşımakta ve Filistin toplumunun istikrarını, gelecekteki kalkınma imkânlarını derinden tehdit etmektedir.
Felaketin Filistin Toplumu Üzerindeki Etkisi
Bu savaş, Filistin toplumunun sosyal dokusunu parçalamış ve tekrar eden kitlesel göçlere yol açmıştır. Nüfusun büyük bölümü, güvenlik ve sağlık koşullarından yoksun geçici barınma merkezlerinde yaşamaktadır. UNRWA ve UNICEF raporlarına göre yaklaşık 1,2 milyon çocuğun acil psikolojik desteğe ihtiyacı vardır. Toplum genelinde yaşanan bu kolektif travma, bir kuşağın geleceğini marjinalleşme, eğitim ve gelişim fırsatlarının yitirilmesi tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
Eğitim, sağlık ve hizmet kurumlarının işlevsiz hale getirilmesi, krizi derinleştirmiş ve onu geçici bir felaketten, uzun soluklu toplumsal bir krize dönüştürmüştür. Bu durum, Filistinlilerin direniş ve dayanıklılık kapasitesini hedef alan sistematik politikaların yansımasıdır. Aynı zamanda, toplumun yeniden inşası ve mağdur kuşakların rehabilitasyonu için kapsamlı insani planların hayata geçirilmesini zorunlu kılmaktadır.
– Gazze Şeridi’ndeki İnsani Felaket Göstergeleri Tablosu (Ağustos 2025’e kadar)
Gösterge | Rakam | Kaynak |
Toplam Filistinli şehit sayısı | 61.700+ | UNRWA / OCHA |
Şehitler arasındaki sivil oranı | %83 | The Guardian |
Yaralılar ve kayıplar | 158.900+ yaralı, yüzlerce kişi enkaz altında veya kayıp | OCHA |
Kıtlık içinde yaşayan kişiler | 514.000 (641.000’e çıkması bekleniyor) | IPC / BM |
Ağır yetersiz beslenen çocuklar | 12.000+ (¼’ü kritik durumda) | UNICEF |
Kısmen çalışan hastaneler | 36’dan 18–19’u | WHO / OCHA |
Su güvensizliği yaşayan haneler | %93 | OCHA |
Kişi başı günlük su payı | 15 litrenin altında (bazı dönemlerde sadece 6 litre) | OCHA |
Toplumsal mutfaklar üzerinden dağıtılan günlük öğünler | 404.000 öğün | OCHA |
Yıkılan veya hasar gören binalar | 192.800 bina (%78) | UNOSAT |
Zarar gören okullar | %91,8 (564 okuldan 518’i) | UNRWA |
Hasar gören yol ağı | Kayıtlı yol ağının %81’i, toplamın %62’si | OCHA oPt |
İç göçmen sayısı | 1,9 milyon kişi | OCHA |
Tabloda yer alan göstergeler, Gazze Şeridi’nde eşi görülmemiş bir insani felaketi ortaya koymaktadır. Kıtlık, temel hizmetlerin çöküşü, geniş çaplı yıkım ve kitlesel göç bir araya gelerek, savaşı toplumun tamamını hedef alan sistematik bir soykırım ve aç bırakma politikasına dönüştürmüştür.
Bu tablo, yaşamın temel unsurlarını parçalamayı amaçlayan kasıtlı bir stratejiyi yansıtmaktadır. Gazze’yi yaşanmaz bir çevreye dönüştürmekte, kısa vadede yeniden inşayı neredeyse imkânsız kılmaktadır.
Mevcut kriz geçici bir durum değil; Filistin toplumunu zayıflatmaya, onun direnme kapasitesini yok etmeye yönelik uzun vadeli bir projedir. Bu, uluslararası hukuk açısından savaş suçları ve etnik temizlik düzeyine ulaşmaktadır. Yaşanan yıkımın ve toplu travmanın büyüklüğü, bütün bir kuşağın ağır bedeller ödediğini göstermekte ve Gazze’nin onlarca yıl sürecek insani, siyasi ve toplumsal bir krizle yüz yüze olduğunu ortaya koymaktadır.
2) Uluslararası Tepki ve İsrail’in İmajına Yansımaları
Gazze’deki yıkımın boyutu ve sivillerin kitlesel ölümü, uluslararası alanda eşi benzeri görülmemiş bir tepki dalgası doğurmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin ve diğer BM kurumlarının yayımladığı rapor ve kınamalarda, İsrail saldırıları “orantısız” olarak nitelendirilmiş, sivillerin hedef alınması ve insani yardımların girişine yönelik ağır kısıtlamalar da dahil olmak üzere uluslararası insancıl hukukun ciddi ihlalleri olarak tanımlanmıştır.
Bu hak temelli söylem ve uluslararası medya dilindeki birikim, İsrail’in küresel imajında köklü bir dönüşüm yaratmıştır. İsrail artık giderek daha fazla, kendini savunan bir devlet olarak değil; kuşatma ve aç bırakmayı sistematik biçimde uygulayan bir işgal gücü olarak resmedilmektedir.
Tarihsel olarak İsrail anlatısına daha yakın duran Batı medyasında dahi dikkat çekici bir değişim yaşanmış; sahadan elde edilen kanıtlara, uydu görüntülerine ve yardım kuruluşlarının tanıklıklarına dayanan Filistin anlatısına daha geniş yer verilmiştir. Bu durum, iki anlatı arasında dengeyi kısmen de olsa yeniden kurmuştur.
Değişim yalnızca medya ile sınırlı kalmamış, küresel kamuoyuna da yansımıştır; özellikle genç kuşaklarda. Harvard–Harris’in gerçekleştirdiği bir kamuoyu araştırmasına göre, 18–24 yaş arası genç Amerikalıların yaklaşık %60’ı Hamas’a, İsrail’e kıyasla daha fazla sempatiyle yaklaşmaktadır. Bu sonuç, uzun süredir Tel Aviv’in politikalarına en az eleştirel yaklaşan kesimlerden biri olarak görülen gençler arasında bile İsrail’in geleneksel söyleminin ciddi şekilde aşındığını göstermektedir.
Bu tablo, İsrail yanlısı bazı analistleri, İsrail’in küresel kamuoyunda hızla “haydut devlet” imajına sürüklendiği ve bunun da uzun vadede siyasi ve diplomatik nüfuzunu zayıflatabileceği yönünde uyarılar yapmaya sevk etmiştir.
Her ne kadar bu dönüşüm Batılı hükümetlerin resmi politikalarına kısa vadede yansımayacak olsa da, İsrail’e yönelik daha eleştirel bir kamuoyu zemini oluşmakta ve önümüzdeki yıllarda artacak siyasi ve diplomatik baskılar için uygun bir ortam hazırlanmaktadır.
3) İsrail Hükümeti ve İktidardaki Sağcı Blok’un Uluslararası Baskılarla Mücadelesi
Ulusalcı ve dini sağ partilerin önderliğindeki İsrail hükümeti, uluslararası eleştirileri “İsrail’e karşı tarihsel düşmanlığın devamı” olarak görmektedir. Bu yaklaşım, herhangi bir eleştiriyi varoluşsal bir tehdit olarak algılayan Siyonist ideolojide köklü bir yere sahiptir. Sağ liderler, özellikle Başbakan Netanyahu, BM ve uluslararası çevrelerden gelen kınamaları “İsrail’i suçlu ilan etmeyi hedefleyen kampanyanın” parçası olarak sunmakta, böylece “Yahudi kimliğine karşı savaş” söylemini güçlendirmekte ve yerel kamuoyunun liderliğin arkasında kenetlenmesini sağlamaktadır.
Her ne kadar “İnsan Hakları İzleme Örgütü” (Human Rights Watch), “Uluslararası Af Örgütü” (Amnesty International) gibi önde gelen kuruluşların güçlü raporları ve Birleşmiş Milletler’in uluslararası insancıl hukukun ağır ihlallerine dair tekrarlanan uyarıları yayınlansa da, bu baskıların İsrail politikaları üzerindeki etkisi sınırlı kalmaktadır. Human Rights Watch’ın World Report 2025 raporunda da vurgulandığı üzere, “İsrail” açık kanıtlara rağmen ablukayı sürdürmekte ve savaş suçları seviyesine varabilecek ihlaller işlemektedir.
Bu baskıların zayıf etkisinin iki temel nedeni vardır:
- ABD ve Batı’nın siyasi ve askeri desteği, “İsrail’e, BM Güvenlik Konseyi’nde herhangi bir yaptırım kararına karşı koruma sağlamaktadır.
- Aşırı sağın devlet kurumlarına hâkimiyeti, saldırgan politikaları geçici koşullardan bağımsız, köklü bir ideolojik programın parçası haline getirmektedir.
İktidardaki sağ blok, baskıların etkisini bertaraf etmekle kalmamakta; bu kınamaları kendi iç söylemini güçlendirmek için de kullanmaktadır. Uluslararası tepkiler, resmi söylemde, “güvenlik politikalarının rakipleri caydırmadaki başarısının” kanıtı olarak sunulmaktadır. Bu söylem, Gazze ve Batı Şeria’daki kuşatma, yıkım ve zorla yerinden etmeyi meşrulaştırmak için “ulusal güvenlik” kavramına dayandırılmakta; uluslararası eleştiriler ise “devletin meşruiyetini sorgulamaya yönelik bir kampanyanın parçası” olarak propaganda aracı haline getirilmektedir.
Bu yaklaşım, aşırı sağın yönettiği İsrail’in uluslararası arenayı ilave bir çatışma sahası olarak gördüğünü, bu alanı iç siyasette kullanarak yerleşimci projesini pekiştirdiğini ve uluslararası toplumla çatışmayı derinleştirdiğini, baskılara boyun eğmek yerine onları iç konsolidasyon için araçsallaştırdığını ortaya koymaktadır.
4) Hukuki ve Hak Temelli Çerçeve
BM ve uluslararası insan hakları raporları, uluslararası insancıl hukukun açık ihlalini ortaya koymaktadır. Bu hukuk, sivillerin ve temel altyapının hedef alınmasını, kuşatma ve aç bırakmanın savaş aracı olarak kullanılmasını kesin biçimde yasaklamaktadır. Söz konusu raporlar, İsrail’in sivilleri kasıtlı olarak aç bırakmayı, hastaneleri, okulları ve hayati tesisleri hedef almayı içeren ağır ihlaller işlediğini; bunların savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar düzeyine ulaştığını vurgulamaktadır.
Haziran 2024’te BM İnsan Hakları Konseyi’ne sunulan raporunda, işgal altındaki Filistin topraklarını araştıran Uluslararası Bağımsız Soruşturma Komisyonu, askeri operasyonların ve dayatılan ablukaların, sivilleri temel yaşam gereksinimlerinden mahrum bırakmak suretiyle, halkı yok etmeye yönelik sistematik bir stratejiyi yansıttığını belirtmiştir. Komisyon ayrıca, Filistin’deki mevcut soruşturmayı desteklemek üzere Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (ICC) 7.000’den fazla belgelendirilmiş kanıt sunmuştur.
Bu süreçlere yönelik yoğun siyasi dirence rağmen, söz konusu hukuki belgeler Filistin’in hak temelli söylemini güçlendiren temel bir dayanak haline gelmiştir. Bu belgeler, BM’de ve uluslararası mahkemelerde bağlayıcı hukuki adımların önünü açmakta, işlenen suçların hesap sorulabilir yargı dosyalarına dönüşmesini sağlamaktadır. Böylelikle, medya ve ahlaki düzeydeki kınamaların ötesine geçerek, uluslararası topluma somut baskı araçları kazandırmaktadır.
Aynı zamanda bu çabalar, Filistin’le küresel dayanışmanın genişlemesine katkı sağlamaktadır. Kanıtlarla desteklenen belgeli bir anlatı sunarak, halk hareketleri ve sivil toplum örgütlerine kamuoyunu harekete geçirme, hükümetler üzerinde daha dengeli tutumlar almaları için baskı oluşturma imkânı vermektedir.
5) Filistin Ulusal Kurtuluş Projesine Yansımalar
BM ve insan hakları raporları, Filistin anlatısının küresel düzeyde meşruiyetini güçlendirmede kritik bir rol oynamaktadır. Bu raporlar, Filistinlilerin yaşadıklarının bir “silahlı çatışma” değil, toprak ve insanı hedef alan sömürgeci yerleşimci bir sistem olduğunu belgelerle ortaya koymaktadır.
İşgal altındaki Filistin topraklarıyla ilgili BM özel raportörü Francesca Albanese de, Avustralya, Fransa ve Britanya gibi Batılı ülkelerin Filistin’i tanıma yönünde attıkları adımların uluslararası dengelerde bir değişimi yansıttığını; ancak bunların yalnızca sembolik başarılar olduğunu, suçların durdurulması ve sorumluların hesap vermesi için “İsrail’e baskı yapılmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştır.
Bu bağlamda, BDS gibi uluslararası hareketler, küresel dayanışmayı hak ve hukuk temelinde yeniden şekillendirmiş; işgali ve yerleşim faaliyetlerini sonlandırmayı hedefleyerek, Filistin mücadelesini küresel adalet meseleleriyle ilişkilendirmiştir. Bu durum, Filistin’i destekleyen toplumsal ve diplomatik hareketliliğe yeni bir ivme kazandırmıştır.
Hak temelli raporlar artık yalnızca ihlalleri belgeleyen saha kayıtları değil; Filistin ulusal mücadelesinin stratejik dayanakları haline gelmiştir. Bu raporlar, sahadaki direnişi uluslararası hukuki anlatıyla birleştirerek çatışmayı, sömürgeci bir sisteme karşı özgürlük mücadelesi veren yerli bir halkın davası olarak yeniden tanımlamaktadır. Böylelikle Filistin kimliğini ve direniş anlatısını pekiştirmekte, uluslararası hukuk ve insan hakları alanlarını da siyasi ve toplumsal mücadeleye paralel yeni bir direniş sahasına dönüştürmektedir.
Suçların belgelenmesi ve faillerin yargılanması yoluyla bu raporlar, Filistin ulusal hareketine İsrail politikalarını sorgulama noktasında güçlü hukuki ve ahlaki araçlar sunmaktadır. İşgalin maliyetini artırmakta, Filistin davasını uluslararası arenada yeniden görünür kılmakta ve ona itibar kazandırmaktadır. Böylece insan hakları raporları, ulusal kurtuluş projesini destekleyen küresel bir baskı gücüne dönüşmekte; İsrail’in siyasi olarak tecrit edilmesinin ve uluslararası ölçekte hesap vermesinin önünü açmaktadır.
Sonuç
Bu rapor, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısının, Filistin toplumunu kuşatma, yıkım ve zorla yerinden etme yoluyla parçalamayı hedefleyen sistematik sömürgeci bir projenin kritik bir aşamasını oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Bu model, savaş suçları ve etnik temizlik düzeyine varmaktadır. Ortaya çıkan tablo, uluslararası söylemi değiştirmiş, Filistin’i yeniden bir özgürlük ve yerli halkın hak mücadelesi meselesi olarak gündeme taşımıştır; buna rağmen İsrail’in siyasi ve askeri koruma kalkanı sürmektedir.
Hak temelli raporlar ve belgelenmiş kanıtlar, Filistin mücadelesi için stratejik bir araç işlevi görmektedir. Bu raporlar, hesap verilebilirlik için hukuki bir temel sağlamakta, küresel dayanışmayı güçlendirmekte ve saha direnişi ile siyasi-hukuki hareket arasında köprü kurmaktadır. Rapor, bu gerçeklikle başa çıkmanın; yoğun hukuki girişimleri, diplomatik ve toplumsal çalışmaları, aynı zamanda Gazze’nin yeniden inşası ve sosyal dokusunun korunmasına yönelik uzun vadeli insani ve kalkınmacı bir planı birleştiren bütüncül bir vizyon gerektirdiğini vurgulamaktadır.
Bu yaklaşımla Gazze, uluslararası hukukun inandırıcılığı için bir sınav, küresel adaletin aynası ve hak temelli belgeleme ile hareketin stratejik bir baskı gücüne dönüştürülebileceği bir fırsat olmaktadır. Bu süreç, kapsamlı bir ulusal kurtuluş yolunun önünü açmakta; mücadelenin yalnızca askeri değil, aynı zamanda anlatı, hukuk ve siyaset sahasında da verildiğini, onlarca yıllık sömürgeciliği sonlandırmayı ve Filistinlilerin özgürlük ile onur hakkını tesis etmeyi hedeflediğini teyit etmektedir.