İsrail Kurumlarında Eleştirel Sesler: Eleştirinin Sınırları ve Etkisi Üzerine Analitik Bir Yaklaşım

Son yıllarda İsrail ‘de, özellikle Netanyahu hükümetinin politikalarına yönelik eleştiriler giderek artmıştır. Bu eleştiriler, sağcı milliyetçi ve dini akımların güç kazanması, tartışmalı yargı reformları, Filistinlilerle ilişkilerin bozulması ve demokratik temellerin aşınması gibi gelişmelere karşı yöneltilmektedir. İsrail’de muhalefet, 1948’deki devletin kuruluşundan bu yana siyasi sistemin doğal bir parçası olsa da, son dönemi farklı kılan unsur; eleştirel tutum alanların, güvenlik kurumlarının çekirdek kadrosuna mensup isimlerden —eski Şin Bet (Şabak) ve Mossad başkanları, üst düzey askeri yetkililer ve yargıçlar— oluşmasıdır.
Son yirmi yılda bu muhalefetin niteliğinde dikkat çekici bir değişim yaşanmıştır. Önceden kapalı kapılar ardında dile getirilen itirazlar, artık kamuoyuna açık ve doğrudan bir söylemle ifade edilmekte; bu söylem, çoğu zaman “devleti içeriden kurtarma” çağrısı şeklinde formüle edilmektedir. Bu çıkışlar, dini-milliyetçi akımların yükselişine ve liberal değerlerin sistem içindeki gerilemesine tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Söz konusu liberal değerler ise, temelde Siyonist projenin çıkarlarına hizmet etmiş ve bu projeye dünya kamuoyu önünde “demokratik” bir meşruiyet zemini sağlamıştır.
Bu rapor, söz konusu isimlerin tutumlarına eleştirel bir bakışla yaklaşmakta; onların kamuoyuna neden ve nasıl çıktığını, bu muhalefetin etkisinin sınırlarını ve İsrail’in siyasi sistemi ile sömürgeci projesiyle olan ilişkisini analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Arka Plan: İsrail ’deki Siyasal Dönüşümler ve Aşırı Sağın Yükselişi
Son on yılda İsrail, siyasi parti haritasını yeniden şekillendiren derin siyasal dönüşümler yaşamış; bu dönüşümler, devlet kurumlarının içinden yükselen muhalif seslerin daha görünür hale gelmesine zemin hazırlamıştır. Bu sürecin merkezinde, Benjamin Netanyahu’nun 2009 yılından bu yana –kısa kesintiler dışında– aralıksız olarak hükümetleri yönetmesi ve böylece ülke tarihinin en uzun süre görevde kalan başbakanı haline gelmesi yer almaktadır.
Netanyahu bu dönemde Likud Partisi ile dini ve milliyetçi partiler –Şas, Yahadut HaTora, Dini Siyonizm ve Otzma Yehudit– arasında güçlü bir ideolojik ittifak kurmuştur. Bu ittifak; yargı bağımsızlığını zayıflatmayı, illegal yerleşim faaliyetlerini hızlandırmayı ve Filistinlilerle siyasi çözüm ihtimalini marjinalleştirmeyi hedefleyen sert bir ideolojik çizgiye dayanmaktadır.
Bu sağ blokun yükselişi, Siyonist projenin evriminde bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Zira bu aşamada, işgalin sadece yönetimi ve sürdürülmesi değil; çatışmanın devletin imkânlarıyla “nihai biçimde çözülmesi” ve “Bütün İsrail Toprakları” ideolojisinin –dini, millî ve toplumsal boyutlarıyla– kurumsallaştırılması hedeflenmektedir. Bu değişim, sol ve merkez partilerin –İşçi Partisi ve Meretz gibi– etkinliklerini yitirmesi ve Netanyahu karşıtı blokun parçalı, tutarsız yapısı nedeniyle güçlü bir alternatif oluşturamamasıyla da doğrudan ilişkilidir.
2019–2022 yılları arasında art arda yapılan seçimler, siyasal kutuplaşmayı derinleştirmiş; siyasi saflaşmalar artık ideolojik programlardan ziyade Netanyahu’ya yönelik tutum temelinde şekillenmeye başlamıştır. Böyle bir atmosferde, eski güvenlik ve yargı elitleri; bu gelişmelerin demokrasinin yapısal temellerine tehdit oluşturduğuna kanaat getirmiş ve sadece mesleki değil, aynı zamanda “tarihsel sorumluluk” duygusuyla hareket ederek kamuoyuna açık bir muhalefet sergilemeye başlamıştır.
Bu siyasal ve yapısal arka plan, İsrail kurumlarının içinden yükselen muhalefeti anlamak için gerekli çerçeveyi sunmakta; bu muhalefetin neden son yıllarda daha sert ve açık bir nitelik kazandığını açıklamaktadır.
“Kurumun Çocukları” Olarak Muhalefetin Kaynağı: Kimlerdir ve Neden Şimdi?
■ Eski Askeri ve İstihbarat Kurumu Yöneticileri
İsrail’de aşırı sağın yükselişi ve siyasi sistemdeki dönüşümler karşısında, güvenlik ve yargı kurumlarının içinden gelen muhalif sesler dikkat çekici biçimde ön plana çıkmıştır. Bu isimler marjinal aktörler değil; geçmişte iktidar aygıtının merkezinde yer almış, sistemin “sert çekirdeği”ni temsil eden figürlerdir. Bazı akademik ve siyasi literatürde bu gruba “kurumun çocukları” ya da “devletin muhafızları” gibi tanımlar yapılır. Bu tanım, hem geçmişteki otoriter konumlarına hem de toplumsal meşruiyet ve etki güçlerine işaret eder. Aşağıda, bu muhalefetin önde gelen örneklerinden bazılarına yer verilmektedir:
Yuval Diskin (Şabak Başkanı, 2005–2011) ve Ami Ayalon (Şabak Başkanı, 1996–2000), kurumsal merkezden gelen “içeriden eleştiri” modelini temsil eder. Görevden ayrıldıktan sonra her iki isim de siyasi liderliği açıkça eleştirmiş, İsrail’in içten çözülme ve otoriterleşme riskiyle karşı karşıya olduğunu savunmuştur.
Diskin, devletin dinî-milliyetçi ideolojiye teslim olduğunu, İsrail’in “aşırı Yahudi devleti”ne dönüşme tehlikesi taşıdığını ifade etmiş; Filistin politikasındaki çifte standardı ve dinî meşruiyetle yapılan uygulamaları eleştirmiştir. Netanyahu’yu “mesihçi güdülerle” hareket etmekle suçlamış ve kararlarını beklenen kurtarıcı inancına dayandırmakla itham etmiştir. Hükümeti “terör hükümeti” olarak tanımlamış, yargının zayıflatılması sonucu iç çatışma riski doğduğunu dile getirmiş ve yerleşimci şiddetine karşı hesap sorulması çağrısında bulunmuştur.
Ayalon ise güvenlik geçmişini siyasi çözüm arayışıyla harmanlayan “güvenlik solcusu” bir söylem geliştirmiştir. 2003 yılında Sari Nusseibeh ile birlikte, 1967 sınırları temelinde iki devletli çözüm öneren bir inisiyatif başlatmıştır. Sonraki yıllarda, Şabak’ın kalıcı bir işgal aracına dönüşme riski taşıdığını belirtmiş ve demokratik yapıların şiddet ve tahakküm ortamında ayakta kalamayacağı uyarısında bulunmuştur. Güncel gelişmelere dair yaptığı açıklamalarda ise İsrail’in “varoluşsal bir kriz” yaşadığını, yargının tasfiyesi halinde “geniş ölçekli sivil şiddet” olasılığının arttığını vurgulamıştır.
Tamir Pardo, Mossad’ın eski başkanı (2011–2016), genellikle kamuoyunun önünde yer almayan “gölge adamların” da açık muhalefet yürüttüğü bir dönemin sembolü olmuştur. Gizliliği esas alan bir kurumdan gelmesine rağmen, hükümeti demokrasiyi tehdit etmekle suçlamış; ilhak ve yerleşim politikalarını “apartheid” (ırkçı ayrımcılık) olarak nitelendirmiştir. Bu açıklamalar, güvenlik kurumları içinde büyük tartışma yaratmıştır.
Gazze’ye yönelik savaşın başlamasından sonra Pardo, hükümeti rehinelerin güvenliğini ihmal etmekle suçlamış; savaşın devamını “cehennemin kapılarını açmak” olarak nitelendirmiştir. Nisan 2025’te, aralarında eski üst düzey güvenlik yetkililerinin de bulunduğu 250 kişiyle birlikte bir mektup imzalayarak, askerî operasyonların durdurulması ve rehinelerin kurtarılmasına öncelik verilmesi çağrısında bulunmuştur.
Gadi Eizenkot (Genelkurmay Başkanı, 2015–2019) ve Moşe Ya’alon (Eski Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı, 2002–2005), ordu içinden çıkan en dikkat çekici muhalif figürlerdendir. Eizenkot, Netanyahu’ya yönelik sert eleştirilerde bulunmuş; özellikle “QatarGate” yolsuzluk dosyasına dair yürütülen soruşturmalarda başbakanlık çevresindeki isimlerin karışmasını gündeme getirmiştir. Ayrıca, hükümetin Gazze savaşıyla ilgili açıklamalarının kamuoyunu yanılttığınıv söylemiştir.
Ya’alon ise savaşın yönetim biçimini eleştirmiş; hükümetin stratejik vizyondan yoksun olduğunu, güvenlik ve siyasi kurumlar arasındaki koordinasyon eksikliğinin caydırıcılığı zayıflattığını ve İsrail’in uluslararası itibarını zedelediğini belirtmiştir. Rehineler konusundaki yönetimi “gevşek” ve “siyasi hesaplara bağlı” olarak nitelendirmiştir. Daha önce görülmemiş sertlikte açıklamalarda bulunarak Netanyahu hükümetini “Nazizmle” kıyaslamış, İsrail’in içten çöküşe sürüklendiğini savunmuş ve bu tehlikeye karşı sivil itaatsizlik çağrısında bulunmuştur.
■ Eski Yargıçlar
İsrail yargı sisteminin içinden, özellikle de Yüksek Mahkeme’nin eski üyelerinden gelen güçlü eleştiriler, yargının zayıflatılmasını hedefleyen “yargı reformu planı”na karşı belirginleşmiştir. Bu isimler arasında en dikkat çekici olanlardan biri, Yüksek Mahkeme’nin eski başkanı Dorit Beinisch’tir. Beinisch, hükümeti güçler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırmak ve yargı bağımsızlığını baltalamakla suçlamış, önerilen reformları ise “demokrasiyi ortadan kaldıracak bir reçete” olarak nitelendirmiştir. Hükümetin yetkiyi tek elde toplamaya çalıştığını belirterek ciddi uyarılarda bulunmuştur.
Bunun yanı sıra, Yüksek Mahkeme’de görev yapmış 18 eski yargıç, ortak bir bildiri yayımlayarak bu reformların “yargı sistemine ve İsrail’in demokratik niteliğine yönelik ciddi bir tehdit” oluşturduğunu vurgulamıştır. Bildiride, temel hakların korunmasının bu reformlar sonucu ciddi biçimde kısıtlanabileceği uyarısı yapılmıştır.
Bu denli açık ve kolektif bir müdahale, İsrail yargı tarihine bakıldığında benzeri görülmemiş bir adım niteliğindedir. Bu durum, eski yargıçların mevcut gelişmeleri bir tür anayasal kriz ve yargının bağımsızlığını tehdit eden acil bir durum olarak değerlendirdiklerini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda, Yüksek Mahkeme’nin İsrail’in anayasal düzenindeki merkezi rolünün ve demokratik sistemin dayanak noktalarından biri olduğuna dair güçlü bir sahiplenmeyi de yansıtmaktadır.
■ Eski Başbakanlar
Netanyahu hükümetine karşı en sert muhalefetlerden biri de, geçmişte İsrail’i yönetmiş olan eski başbakanlardan gelmiştir. Bu liderler, hem iç hem dış politika alanlarında –özellikle Gazze savaşı ve yargı reformları bağlamında– hükümeti açıkça eleştirmiştir.
Naftali Bennett (2021–2022 arasında başbakanlık yaptı), “makullük standardının kaldırılması”na yönelik yasa teklifine karşı çıkarak bunu “demokrasinin yıkımı” ve “yargı denetiminin tasfiyesi” olarak nitelendirmiştir. Ayrıca, farklı siyasi kesimleri bir araya getirecek bir ulusal birlik hükümeti kurulması çağrısında bulunmuş; Gazze savaşının yönetimini “etkisiz ve şeffaflıktan yoksun” şeklinde tanımlamış ve Hamas’a yönelik stratejinin yeniden gözden geçirilmesini savunmuştur. Ona göre, caydırıcılıkla sivil halkın korunması arasında bir denge kurulmalıdır.
Yair Lapid (2022’de geçici hükümet başkanı), savaşın yönetimini sert bir dille eleştirmiş; hükümeti beceriksizlik ve şeffaflıktan uzak yönetim ile suçlamıştır. Aynı zamanda, mevcut hükümetin güvenlik ve diplomasi alanlarında yetersiz olduğunu belirterek, Filistinlilerle siyasi çözüm sürecinin canlandırılabileceği alternatif bir hükümet çağrısı yapmıştır.
Ehud Olmert (2006–2009 başbakanı), Netanyahu hükümetini “suç örgütü” olarak tanımlamış ve bu yapının İsrail’in siyasal düzeni ile demokrasisine ciddi tehdit oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Daha önce 1999–2001 arasında başbakanlık yapan Ehud Barak ise en sert söylemleri benimseyen figürlerden biri olmuştur. Barak, doğrudan “sivil itaatsizlik” ve “siyasi darbe” çağrısında bulunmuş; Netanyahu yönetiminin ülkeyi dini faşizme sürüklediğini ve İsrail’in içten çözülme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmiştir.
“Kurumun Çocukları”nın Muhalefetine Eleştirel Bir Çözümleme
Yuval Diskin, Ami Ayalon ve Tamir Pardo gibi eski güvenlik kurumları yöneticilerinin tutumları, “içerden eleştiri” biçiminde bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım, devletin parçalanma ya da otoriterleşme yolunda ilerlediğine dair sert uyarılar içerse de, özünde Siyonist projenin sorgulanmasından çok, onun onarılmasını hedefler.
Bu figürlerin söylemleri, tonu itibarıyla radikal görünse de, temelde işlevsel bir mantıkla sınırlıdır; sistemin ideolojik ya da ahlaki yapısına değil, performansına ve araçlarına odaklanır. Bu çelişki, özellikle geçmişte Şabak ve Mossad gibi kurumları yönetirken Filistinlilere karşı ciddi ihlallere imza atmış mesleki geçmişleriyle karşılaştırıldığında daha da belirginleşir. Bu durum, şu soruyu gündeme getirir: Bu eleştiriler, gerçekten geç kalmış bir vicdan muhasebesinin ürünü müdür, yoksa emeklilik sonrası görev makamının baskılarından kurtulmanın seçici bir sonucu mudur?
Bu model, askeri kurumların önde gelen isimleri olan Moshe Ya’alon ve Gadi Eizenkot için de geçerlidir. Bugün hükümetin politikalarını eleştiren bu iki isim, geçmişte İsrail’in bastırma ve yıkıma dayalı güvenlik stratejisinin kurucu aktörlerindendir. Eizenkot, sivillere karşı aşırı güç kullanımını meşrulaştıran “Dahiye Doktrini”nin mimarıdır. Ya’alon ise, ciddi bir siyasi çözüme kapalı, katı askerî yaklaşımların en belirgin temsilcilerindendir. Dolayısıyla, bugünkü muhalif söylemleri kapsamlı bir sorgulamadan değil, aynı projenin daha “disiplinli” bir biçimde yeniden üretilmesi arzusundan kaynaklanır – daha adil bir versiyondan değil.
Aynı durum, yargı alanında da gözlemlenmektedir. Yüksek Mahkeme’nin eski yargıçlarının “yargıyı zayıflatma planı”na karşı çıkmaları, sistemi terk ettiklerini değil, onun kurumsal biçimini savunduklarını gösterir. Zira mahkeme, tarihsel olarak hiçbir zaman sistemi sorgulayan bir araç olmamış; aksine işgalin meşrulaştırılmasında, ev yıkımlarında ve Filistinlilerin haklarının inkârında yasal temel işlevi görmüştür. Bu yargıçların itirazları, sistemin sömürgeci ilişkilerini düzeltme arzusundan değil, güçler dengesi bozulduğunda ortaya çıkan bir korkudan beslenmektedir.
Aynı şekilde, Ehud Olmert, Yair Lapid ve Ehud Barak gibi eski başbakanların muhalif çizgiye kaymaları da benzer bir yapısallık taşımaktadır. Olmert, İkinci Lübnan Savaşı’nın ve 2008–2009’daki “Dökme Kurşun” saldırısının liderliğini yapmıştır. Lapid, görevdeyken Batı Şeria ve Gazze’de yürütülen askerî operasyonların çoğuna destek vermiş ve geleneksel güvenlik söylemini sürdürmüştür. Barak ise, İsrail’in askerî politikalarının başlıca mimarlarından biri olarak, Aksa İntifadası, Batı Şeria’daki “Savunma Kalkanı” operasyonu ve hem Filistin topraklarında hem yurtdışında yürütülen suikast ve infaz operasyonlarıyla anılmıştır.
Dolayısıyla, bu aktörlerin muhalefet cephesine katılımları, esasen bir politik ya da ahlaki yüzleşmenin değil; iktidar haritası içindeki pozisyonlarının, koşullar ve dengeler tarafından dayatılan biçimde yeniden düzenlenmesinin ürünüdür. Bu bir ilkesel tavır değil, stratejik konum değişikliğidir.
Bu karmaşık tablo, İsrail’deki “kurumsal muhalefet” kavramının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu muhalefet, alternatif bir proje olarak sunulsa da, aslında iktidarın yönetimi ve güç dağılımı üzerine yürüyen içsel bir mücadeleyi ifade eder; devletin doğasına ya da Siyonist projeye karşı bir reddiyeyi değil. Bu bağlamda, söz konusu muhalefet –sembolik ağırlığı ve medyadaki yoğun görünürlüğüne rağmen– sistemi kuran, sürdüren ve şekillendiren yapıların uzantısı olarak kalmakta, sistemle bir kopuşu değil, onun sürekliliğini temsil etmektedir.
Kısacası, bu muhalefet: sistem içinden gelen bir eleştiridir – performansa yönelik bir sorgulamayla egemenliğin pekiştirilmesi arasında salınan bir çizgidedir.
Etkisinin Sınırları ve Muhalefetin İşlevselliği
İsrail’de hem kurumsal düzeyde hem de sokakta ortaya çıkan muhalif sesler her ne kadar büyük bir ivme kazanmış gibi görünse de, köklü bir değişim yaratma kapasiteleri sınırlı kalmaktadır. Bunun temel nedeni, bu muhalefetin sistemin dışından değil, Siyonist uzlaşı zemininden yükselmesidir.
Mevcut iktidar koalisyonuyla bu muhalif aktörler arasında –hatta güvenlik ve yargı kurumlarının “sert çekirdeğinden” gelen eleştirmenlerle dahi– bazı temel meselelerde neredeyse tam bir fikir birliği söz konusudur. Bunların başında, İran’ın nükleer silah edinmesinin “varoluşsal bir tehdit” olduğu yönündeki ortak kanaat gelir. Aynı şekilde, “devlet güvenliği”, “askerî caydırıcılık” ve “Filistinlilerle çatışmanın güvenlik temelli yönetimi” gibi kavramlarda da derin bir mutabakat hâkimdir.
Muhalefet içinde yer alan en sert eleştiriler bile bu çerçeveden sapmamaktadır. Sorun olarak gördükleri hususlar, çoğunlukla uygulama biçimiyle sınırlıdır; amaçlar değil, araçlar tartışma konusudur. Bu durum, bu muhalefeti sistemin karşısında değil, onun içindeki bir düzeltme mekanizması hâline getirir.
Bu bağlamda, İsrail içindeki karşıt siyasi kamplar arasındaki temel çatışma, devletin işlevi ya da sömürgeci doğası etrafında değil, yönetim biçimi ve rejim karakteri çevresinde dönmektedir. Liberal–laik elitler, İsrail’in Batı tipi bir “Yahudi ve demokratik” devlet olarak kalmasını isterken; sağcı–milliyetçi ve dindar elitler, devleti Tevrat esaslarına dayalı teokratik bir yapı –örneğin “Halaha Devleti”– olarak yeniden tanımlamak istemektedir. Siyonist dinî hareketin bazı kanatları daha da ileri giderek, parlamenter sistemi tümüyle ortadan kaldırıp, şeriata dayalı bir “İsrail Krallığı” kurmayı savunmaktadır.
Bu farklılıklar derinleşse de, güvenlik tehdidi ya da savaş durumlarında muhalefet sıklıkla “ulusal birlik” söylemi altında geri çekilmekte, böylece çatışmanın, esasen sistem içi bir güç paylaşımı meselesi olduğunu teyit etmektedir. Bu yaklaşım, muhalefeti radikal bir alternatif olmaktan çıkarıp, rejimin bir dengeleyici unsuru hâline getirir – dönüştürücü değil, istikrar sağlayıcı bir rol üstlenir.
Yargı reformuna karşı yürütülen kitlesel halk hareketine rağmen, bu muhalefetin siyasi sonuçları marjinal kalmıştır. Hükümet, ciddi bir geri adım atmaksızın gündemini uygulamaya devam etmiştir. Muhalefetin araçları arasında makaleler, basın açıklamaları ve protestolar yer alsa da, bunlar çoğunlukla “sorumlu meslek mensubu” çerçevesini aşmamış, doğrudan siyasi örgütlenmeye dönüşmemiştir. Bu da muhalefetin gerçek bir politik güce dönüşmesini engellemiştir.
Bu muhalefet, medyada büyük ilgi görse de, en çok liberal orta sınıf içinde yankı bulmaktadır. Bu kesim, yaşanan krizi mevcut düzenin istikrarına yönelik bir tehdit olarak algılamakta ve rejimin ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla hareket etmektedir. Öte yandan, sağ seçmen bu muhalif figürleri sıklıkla, halkın iradesine direnen bir “derin devlet” yapılanmasının parçası olarak görmektedir.
Bu algı, muhalefetin etki alanını dar bir elit çevreyle sınırlı tutmakta, toplumun geniş kesimlerine ulaşmasını zorlaştırmaktadır. Bu yönüyle İsrail bağlamında “derin devlet”, komplo teorisinden ziyade, mevcut düzeni koruma refleksi taşıyan kurumsal bir katman olarak somutluk kazanmaktadır.
Filistin meselesine gelince, İsrail içindeki bu muhalif aktörler genellikle sömürgeci tahakkümün temellerini sorgulamak yerine, sorunları “idari başarısızlıklar” ya da “vizyonsuzluk” olarak tanımlama eğilimindedir. En ileri pozisyonlarda bile, yapılan öneriler çoğunlukla devletin Yahudi kimliğini koruyan güvenlik merkezli ya da sınırlandırılmış siyasi çözümlerle sınırlıdır.
İsrail içindeki Filistinlilerin yaşadığı polis şiddeti, ev yıkımları, toprak el koymaları, yapısal ayrımcılık ve siyasal kriminalizasyon gibi meseleler ise, bu muhalif söylemlerde ya görünmez kalmakta ya da “yönetilmesi gereken” bir demografik sorun olarak ele alınmaktadır. Onlara birer siyasi özne olarak değil, dışlanacak ya da denetim altına alınacak bir nüfus olarak bakılmaktadır.
Bu nedenle, bu muhalefetin İsrail içindeki tek sesliliği kısmen kırması önemli olsa da, onu gerçek bir siyasal alternatif olarak görmek mümkün değildir. Söz konusu muhalefet, Siyonist uzlaşının içinden hareket eden ve onu parçalamak ya da sorgulamak istemeyen, sistem içi bir “düzeltici güç” işlevi görmektedir. Etkili olabilmesi, bu çerçevenin dışına çıkıp, mevcut yapının kendisini sorgulayan yeni koalisyonlara dayanmasına bağlıdır.
İsrail’de muhalefet, 1948’den bu yana siyasi sistemin doğal bir parçası olmuştur; ancak bu muhalefet hiçbir zaman Yahudi–Siyonist çerçevenin dışına çıkmamıştır. Sağ–sol, dinî–laik, askerî–liberal çeşitlenmeler olsa da, bu çoğulluk yalnızca Yahudileri kapsayan bir yapıya sahiptir; Filistinliler ise gerçek bir vatandaşlık ya da siyasi temsil denkleminden dışlanmıştır. Bu “Yahudi demokrasisi” modeli, iktidar değişimlerine ve göreli ifade özgürlüğüne olanak tanımış, fakat sistemin etnik ayrıcalıklar ve yerli halk üzerindeki tahakkümüne dayalı doğasını değiştirecek yapısal bir muhalefet üretmemiştir.
Dolayısıyla, eleştirel bir perspektiften bakıldığında, İsrail’deki muhalefet hiçbir zaman radikal bir dönüşüm gücü olmamış, aksine mevcut düzenin iç dengelerini yönetmeye ve politikaları sınırlı ölçüde değiştirmeye odaklanmıştır. Bu muhalefet, sistemin etnik üstünlük ve sömürgeci kontrol üzerine kurulu yapısını sarsmadan, onun iç işleyişini düzenleyen bir unsur olmaya devam etmektedir.
Sonuç
İsrail’de güvenlik ve yargı kurumlarının içinden yükselen muhalif seslerin artışıyla birlikte, temel bir soru gündeme gelmektedir: Bu sesler, İsrail’in politikalarına karşı çıkan Filistinliler, Araplar ve uluslararası muhalif aktörler için yapısal bir dönüşümün habercisi midir; yoksa Siyonist projenin içsel krizlerini aşmaya dönük bir kurtarma girişimi mi?
Bu raporda yapılan analitik değerlendirme, söz konusu muhalefetin – tonunun sertliğine ve sembolik ağırlığına rağmen – mevcut sistemle köklü bir kopuş değil, onu içeriden düzeltmeye dönük bir hareket olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sesler, kurumun merkezinden yükselmekte ve hâkimiyet ilişkilerinin sınırlarını aşmayan bir çerçevede kalmaktadır. Ne sömürgeci yapının kendisi ne de Filistinlilerle kurulan tahakküm ilişkisi esaslı biçimde sorgulanmaktadır.
Bu nedenle, Siyonist projeye karşı gerçek bir siyasal alternatifin inşası, bu muhalif figürlere dayanarak mümkün görünmemektedir. Zira bu aktörler, projenin etkisinden çıkmış değildir; aksine, onun siyasal ve güvenlik mimarisinin bir parçası olmayı sürdürmektedirler. Bu nedenle, bu sesleri özgürlük ve adalet mücadelelerine hizmet eden bir dönüşüm işareti olarak görmek, en iyimser hâliyle sınırlı bir beklenti olur; hatta yapısal sorgulama içermediği sürece bu beklenti yanıltıcı dahi olabilir.
Not: Bu metin linkte bulunan Arapça makaleden Türkçe’ye tercüme edilmiştir.