İşgalci güç, “şok doktrini”ni uygulayarak Filistin halkının bilincini değiştirebilir mi?

Kerim Kurt[1]

Birçok İsrailli ve Batılı yetkili ve araştırmacı, Hamas Hareketi’nin Filistin bilincine yerleşmiş bir fikir ve ideoloji olduğunu ve bu nedenle ortadan kaldırılmasının güç olduğunu defalarca dile getirdi. Bu açıklamalardan biri de HaMahane HaMamlachti Partisi (Ulusal Birlik Partisi) Başkanı Benny Gantz’ın savaş kabinesine katılmadan önce yaptığı açıklamaydı. Gantz “İdeolojik bir fikir olduğu için Hamas’ı ortadan kaldırmak mümkün değil. Esas yapılması gereken şey, Hamas’a bir daha toparlanamayacağı bir darbe indirip onu zayıflatmaktır” ifadelerini kullanmıştı. Aynı sözleri Eski İsrail Başbakanı Ehud Barak da tekrarlamış ve Hamas’ı “İnsanların düşlerinde, kalplerinde ve zihinlerinde var olan bir ideoloji” olarak tanımlamıştı.

Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen es-Safadi gibi bazı Arap ve Filistinli yetkililerden de benzer açıklamalar duyuldu. Bakan Safadi bu konuda “İsrail’in Hamas’ı ortadan kaldırma hedefini nasıl gerçekleştirebileceğini aklımız almıyor. Zira Hamas bir fikirdir ve fikirler silah gücüyle ortadan kaldırılamaz” dedi. Ancak bu açıklamaların manası ile daha önceki açıklamaların manası arasında çok büyük bir fark var. Arapların açıklamaları, Hamas’ın, işgalden kurtulma ve kendi kaderini tayin etme hakkı fikrinin bir tezahürü olduğuna odaklanırken, Siyonist yetkililerin ve onların destekçilerinin açıklamaları bambaşka bir şeye işaret ediyor. Onların açıklamaları daha ziyade, Hamas’ın Yahudileri yok etmeyi ülkü edinmiş radikal bir dini ideolojiye sahip “terörist bir hareket” olduğu ve bu ideolojinin Filistinlilerin kolektif zihnine yerleşmiş olduğu temeline dayanıyor. Bu bağlamda, İbranice yayın yapan aşırı sağcı internet sitesi Mida’da yayınlanan “Hamas, Filistin Hastalığının Bir Semptomudur” başlıklı bir yazı dikkat çekiyor. Söz konusu yazıda, Hamas’ın var olmasını sağlayanın Filistinliler olduğu ve İsrail’i kökünden sökecek bir İslam devletinin kurulması şeklinde radikal dini bir ülküyü temsil ettiği için Filistin bölgelerinde destek gördüğü ifade ediliyor.

Bu meselenin Siyonistler tarafından tekrar tekrar konuşulması bu meselenin gündeme getirilmesinin arkasında yatan esas mana ve sadece siyasi ve askeri bir örgüt olarak Hamas hareketinden değil, aynı zamanda Hamas fikrinden de kurtulmaya yönelik beraberinde gelen araçlara ilişkin bir soru uyandırıyor. İşgalci devletin, liderlerinin düşündüğü şekilde Hamas fikrinden kurtulmaya yönelik Filistin bilincinde bir değişiklik oluşturmayı amaçladığı artık açıkça ortada. Bu noktada “bilinci değiştirme” veya onu yeniden şekillendirme hedefinin, işgal liderlerinin Filistin halkıyla ilgilenirken her zaman baz aldıkları “bilinci alazlama” hedefinden temelde farklı olduğunu açıklığa kavuşturmak önem arz etmektedir. “Bilinci alazlama” süreci, temel olarak, Filistinlileri Siyonist projeye direnmenin beyhudeliğine ikna ederek caydırıcılık sağlamayı amaçlar. Filistinlilerde Siyonist projeyi yenmenin imkânsız olduğu bilinci ya da Siyonist ölüm ve yıkım aracının direnişe getireceği feci sonuçlar karşısında kalplerinde korku hissi oluşturmaya çalışılır. Ancak bu, gerçekliğin temel fikirlerini Filistinlilerin zihninden çıkarma hedefini içermez. İşte “bilinci alazlama” ilkesinin teorisyenlerinden biri olan Bogie Ya’alon, “דרך ארוכה קצרה” (Kısa Uzun Bir Yol) adlı kitabında, İkinci Filistin İntifadası sırasındaki “Koruyucu Duvar Harekâtı”ndan bahsederken “Çatışma sona ermeli. Filistinliler şiddetin faydasız olduğunu anladı” ifadelerini kullanmaktadır. Bilincin yeniden şekillendirilmesi ilkesinde ise, Filistinlilerin kırmızı çizgilerinden vazgeçmelerini ve işgalci gücün kendilerine sunduğu her türlü planı kabul etmelerini sağlamak kastedilmektedir.

Peki soru şu: İşgalci güç, Filistin bilincinin yeniden şekillendirilmesine yönelik bu geçişi nasıl sağlayabilir? Bunda başarılı olacak mı? Filistin halkı karşısında bu politika neden başarısız oluyor?

Şok doktrini:

Naomi Klein, “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism” (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi) adlı kitabında, doğal afetlerin, savaşların ve kanlı darbelerin yarattığı şokların değişim oluşturmak için nasıl kullanıldığına ve bu şoklar olmadan bu değişimlerin meydana gelmeyeceğine dikkat çekiyor. Her ne kadar Klein kitabında, ekonomi alanında sosyalist yaklaşımı benimseyen toplumlarda ve ülkelerde neoliberal ekonomik dönüşümleri sağlamak için şok doktrininin kullanılmasına odaklansa da, Filistin halkına yönelik mevcut Siyonist saldırganlığı gibi diğer durumlar da şok doktrini üzerinden incelenebilir.

Bu doktrin, psikoterapi alanındaki araştırma ve deneyimlerden yola çıkarak, psikiyatri hastalarının hastalıklarını tedavi etmek yerine travma ve işkence konusundaki bilinçlerini yeniden şekillendirmeyi amaçlamaktadır. Bu deneyler, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) finansmanı ve desteğiyle yapılıyordu ve amaç, bu deneylerin sonuçlarını tutukluların sorgulanmasında ve ağızlarından itiraf alınmasında kullanmaktı.

Klein, “Şok doktrini bu şekilde işliyor” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Asıl felaket (ister bir darbe, ister bir terör saldırısı, ister bir piyasa çöküşü, ister bir savaş, ister bir tsunami isterse bir kasırga olsun) tüm nüfusu topluca bir şok durumuna sokar. Toplumların bütünüyle boyunduruk altına alınması (…) ve şoka uğrayan toplumların farklı koşullar altında şiddetle savundukları şeylerden vazgeçmesi için birbiri ardına düşen bombalar, patlayıcı şiddet ve sert rüzgarların hepsi kullanılır.”[2]

Şok doktrini teorisyenlerine veya şok teorisine göre şoka maruz kalanların yaşadığı dehşet, bu kişilerde bir zihin karmaşasına, zaman ve mekân duygusunun kaybolmasına, hafızanın gitmesine ve tam bir çöküşe yol açar. Öyle ki, ne düşünebilirler ne de herhangi bir şey yapabilirler. Bu şekilde sanki yeniden doğmuş gibi olurlar. Başka bir deyişle geçmiş fikirlerinden, inançlarından ve anılarından arındırılmış “boş sayfalar” haline gelirler. Bu gerçekleştiğinde yeniden inşa süreci başlar ve bu sayfalara yazılmak istenen şeyler yazılarak yeni bir bilinç ve hafıza oluşturulur. Doğal olarak travma yaşayanlar, zihinlerine yerleştirilmek üzere çok sayıda mesaj ve fikir akışına maruz kalır. Etraflarında olup bitenlere dair farkındalıklarını kaybedene kadar dış ortamdan tamamen izole edilirler. CIA, bilinçlerini yeniden şekillendirme sürecinin bir parçası olarak tutukluları gün boyunca ses kayıtlarına maruz bırakmaktaydı. Şok teorisinin uygulandığı ilk devlet olan Şili’de 1973 darbesinin lideri Augusto Pinochet, kanlı darbesini gerçekleştirdikten sonraki misyonunu “Şili zihniyetini değiştirmeyi hedefleyen uzun ve karmaşık bir süreç” olarak tanımlamıştır.[3]

Şok doktrininin uygulandığı tek ülke Şili değildi. Başka Latin Amerika ülkeleri de bundan nasibini almıştı ve bunların arasında Arjantin de vardı. Dayanışmanın “kutsal varlık” olarak tanımlandığı bu ülkelerin halklarında “dayanışma” ruhunu yok etmek için hummalı bir çaba gösteriliyordu. Darbecilerin hapishanelerinde tutuklu bulunanlar, en şiddetli işkence türlerine maruz bırakılarak akranlarına ihanet etmeye zorlanıyorlar ve içlerindeki dayanışma ruhunu parçalamak için kendi kabuklarına çekilmeye itiliyorlardı. Çoğu durumda tutuklular, hastalıklarının (yani düşünceleri ve bilinçlerinin) iyileştirilemeyecek ileri bir aşamasında oldukları gerekçesiyle öldürülüyordu. [4]

Darbeci rejimlerin eliyle yapılan bütün katliam ve tutuklama olayları gelişigüzel olaylar değildi. Daha ziyade, toplumda genel bir şok yaratmak ve darbeci rejimlerin politikalarına karşı çıkan ve direnen ya da gelecekte karşı çıkabilecek “baş belalarından” kurtulmak gibi amaçları vardı. Nitekim Klein bu konuda şöyle diyor:

“Çoğu terör devletinde olduğu gibi, hedefli cinayetler ikili bir amaca hizmet ediyordu. Birincisi, yoldaki gerçek engeller ortadan kaldırılıyordu, yani direnmeye en istekli insanlar. İkincisi, ‘isyancıların’ kaçırılmasına tanık olan her kişi, direnmeyi düşünen herkese açık bir uyarı göndererek gelecekte oluşabilecek engellerin aşılmasına katkıda bulunuyordu.”[5]

Hiç şüphesiz, işgalci gücün Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da işlediği suçlar, katliamlar ve buna eşlik eden hedef odaklı medya bombardımanı kampanyaları özellikle “Hamas’ın Filistin bilincine yerleşmiş bir fikir olduğu” yönünde tekrarlanan Siyonist konuşmalar ışığında değerlendirildiğinde, işgalci gücün Filistin bilincini yeniden şekillendirmek ve Filistinlileri kırmızı çizgilerinden vazgeçirmek için şok doktrini tekniklerini kullandığı görülüyor. Buna karşın, Filistinliler her zaman bu çizgilerini korumaya çalışıyor ve kendilerini bunlardan vazgeçirmeye çalışan işgalci gücün politikalarının karşısına dikiliyorlar.

Filistin halkının şoku:

Siyonist katliamlar birçok yönden okunabilir, ancak bu yönler iç içe geçmiş ve birbirlerine hizmet etmektedirler. Siyonist varlık, yerleşimci-sömürgeci halka yer açmak için ülkenin esas halkını “silme” veya “ortadan kaldırma” fikrine dayanan yerleşimci-sömürgeci bir devlet olduğundan, bu katliamlar, olabildiğince büyük oranda nüfusu, toplumu ve medeniyeti yok ederek bu silme işlemini gerçekleştirmek için yapılmaktadır. Bu, yerleşim projeleri için olağan silme stratejilerinden biridir. Öte yandan bu katliamlar, ikinci silme stratejisi olan “transfer”i (tehcir) gerçekleştirmenin bir aracı olarak görülüyor. 1948’de Nekbe’de bu yaşanmıştır. [6] Ancak bu iki hedeften birine ulaşılamadığı takdirde, bu katliamların, Siyonist projenin Filistin varlığından kurtulma veya yerleşim projesine karşı direnişlerine son verme yönündeki daha büyük hedefleri doğrultusunda, Filistin halkının bilincini yeniden inşa etmeyi amaçlayan uzun soluklu bir işlevi bulunmaktadır. Halkın bilincindeki bu değişim için önce bilinçlerinin maddi ve manevi olarak yok edilmesi ve daha sonra yeniden inşa edilmesi gerekiyor.

2015-2018 yılları arasında Bölgesel Hükümet Faaliyetleri Koordinatörlüğü’nün (COGAT) danışmanlığını yapan oryantalist Siyonist Michael Milshtein, “Hamas’ın Gazze Şeridi’ni 2007’den bu yana diktatörlükle yönettiğini ve aslında Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) erken oluşumunun bir parçası olarak faaliyet gösterse de 70 yıldan fazla bir süredir Gazze toplumunun her kesiminde derin köklere sahip olduğunu” ifade ediyor. Bu yüzden Milshtein’e göre Hamas’ı ortadan kaldırmak için “tüm liderlik çerçevelerinin tasfiyesi, üst düzey yetkililerinin geniş çapta tasfiyesi, kurumlarının ve özellikle de halkla iletişim aracı olan ‘Ed-Da’ve’ gibi sivil kurumlarının fiziksel olarak yok edilmesi, ekonomik kaynaklarından mahrum bırakılması ve aktivistlerinin on binlercesinin tutuklanması” gerekiyor.

Aynı bağlamda Siyonist gazeteci Ron Ben-Yishai, Hamas Hareketi’nin parçalanabilmesine ilişkin yazısında, bir fikir veya ideolojiye dayalı bir hareketin askeri güçle ortadan kaldırılabileceğini ve Naziler, DEAŞ ve El-Kaide için bunun yapılabildiğini söylüyor. Ancak askeri saldırının, siviller de dahil olmak üzere hareketin tüm yapılarını hedef alması gerektiğini belirtiyor. Savaşın, “sivil, resmi ve sosyal yardım kurumlarının yanı sıra Hamas’ın siyasi ve dini kolu tarafından camiler çevresinde işletilen ‘Ed-Dave’ kurumlarının ortadan kaldırılmasıyla” sonuçlanması gerektiğine inanıyor. Ancak bu yolun başarısını, Hamas fikrini toplumdan sökmek için Filistin toplumunun eğitim sistemini hedef alan paralel bir yolun seyretmesine bağlıyor.

Ben-Yishai gibi Milshtein, insanların aklından Hamas fikrini çıkararak arzu edilen değişime ulaşmanın uzun bir süreç olduğunu ve bu sürecin Filistin halkına hayal kırıklığı hissiyatı yaşatma ve Hamas fikrine ve Hamas’ın Gazze Şeridi’ne getirdiği felakete karşı öfkeyi körüklemenin etrafında şekillendiğini vurguluyor. Milshtein, bu değişimin bilinç meselesine odaklandığını ve dolayısıyla, başta eğitim, din ve medya sistemleri olmak üzere Filistin bilincini yapılandırma merkezlerinde değişikliklerin yapılmasını gerektirdiğini sözlerine ekliyor.

Bu bağlamda, Gazze Şeridi’nde işgalci güçlerin camileri, sivil devlet kurumlarını, sivil toplum kuruluşlarını (STK), üniversiteleri ve medya kuruluşlarını bombalayıp yıkma operasyonları, Gazze Şeridi’ndeki bilincin kalelerini ve altyapılarını yok etmek için bir araçtan başka bir şey değildir. Aynı bağlamda, işgalci hükümetin başındaki Binyamin Netanyahu’nun, çocuklarına terörü ve İsrail’den nefret etmeyi öğreten Filistin Yönetimi’nin Gazze Şeridi’nin sorumluluğunu almasını tekrar tekrar reddetmesi şaşırtıcı görünmüyor.

Gazze Şeridi’nde bütün beklentileri aşan katliamlar, geniş kapsamlı yıkım, işgalci gücün kasıtlı olarak çocukları ve sivilleri öldürmesi ve Gazze Şeridi’ne ölümcül derecede boğucu bir kuşatma dayatması Filistin bilincini yeniden şekillendirme aşamasının yolunu döşeyen taşlardır. Şu açıkça ortada ki, Gazze halkı Sina ya da başka bir yere sürülmeyi reddetmiştir ve gerek 7 Ekim’de gerekse daha sonrasında çatışmanın hakikatine ilişkin bilinçlerini kuşanarak direnişe faaliyetlerinde destek olmuştur. Ancak katliamların ve yıkımın dehşeti, bombalama ya da açlık nedeniyle ölme veya tutukluların soyulup fotoğraflarının yayılmasının etkisiyle aşağılayıcı bir şekilde tutuklanma korkusu ve meçhul bir akıbetin kapıda beklemesiyle birlikte işgalci güç, uçak ve topçu saldırıları altında Filistinlilerin bilincinde gözle görülür bir delik açmayı başardı. Saldırının başlangıcından bu yana, Gazze halkının kendi yerleşim bölgelerinde kalma konusunda azim ve kararlılık gösterdiği ve yer değiştirme hareketinin hastanelere, okullara vb. yerlere yönelik olduğu gözlemleniyordu. Ancak Siyonist katliamların tırmanmasıyla birlikte, savaşlar mahallelerine ulaşmadan insanlarda göç etme arzusu oluştu. Zira “insani aranın” sona ermesiyle yeniden başlayan saldırıların ardından on binlerce vatandaş Gazze’nin kuzeyinden ve Han Yunus’tan Gazze Şeridi’nin en güneyindeki Refah’a doğru kaçmaya başladı.

Bu göçün bir sonraki adımı elbette Sina’ya olacaktır. Çünkü işgal ordusu, Mısır’ın sınırlarını göç hareketine açmayı kabul edip etmeyeceğine bakmaksızın, Gazze Şeridi’nin güneyinde kara operasyonlarını yürütmeye başladı. Bu yüzden çok sayıda vatandaş, bunun geri dönüşü olmayan bir yol olacağının farkında olmasına rağmen göç fikrini kabul etmeye başladı. Ama öyle ama böyle, göç hareketi ille de savaş sırasında gerçekleşmek zorunda olmasa da bunun insanların bilincine sızmayı başarmış olması bile yeterli. Gelgelelim, işgalci gücün ulaşmayı amaçladığı önemli atılım, ister Gazze Şeridi’nde ister Batı Şeria’da olsun, direniş ile onun tabanı arasında büyük bir çatlak oluşturmaktır. Bu çerçevede, topçu bombardımanı operasyonlarına, sosyal medyadaki Tariku’s-selame (Selamet Yolu) sayfası ve işgalci gücün istihbarat servislerinin arkasında olduğu diğer birçok sayfa aracılığıyla Filistin toplumunu hedef alan medya bombardımanı operasyonları eşlik ediyor. Bu sayfaların kimileri “İsrail” istihbaratına bağlı sayfalar olduklarını açık açık duyururken, kimileri de Filistinli isimlerin arkasına saklanıyor. Bu sayfalar, Gazze Şeridi’ne yıkım getirenin Hamas Hareketi olduğuna ve insanlar öldürülüp evsiz bırakılırken liderlerinin tünellerde saklandığına ya da Katar’da otellerde yattığına ilişkin mesajlar içeren sponsorlu yayınları düzenli bir şekilde yayınlıyor.

Şokun sınırları Gazze Şeridi ile sınırlı kalmayarak Batı Şeria’ya ve işgal altındaki iç bölgelere kadar sıçradı. Nitekim ekonomik krizler, toplumun da maruz kaldığı bir şok türüydü ve Batı Şeria’da olan şey budur. Buna eşlik eden gözaltı furyaları ve aşırı şiddet de cabası.

Şok doktrini işe yarar mı?

İşgalci gücün, özellikle Batı Şeria’da, Filistin toplumuna yaşattığı şokun meyvesini verdiğini göstermeye çalışırken kullandığı en bariz olay, Filistin direnişiyle yapılan takas anlaşmasının bir parçası olarak kadın mahkumların ve aslan yavrusu tutsakların serbest bırakılması olayıydı. Görüldüğü kadarıyla işgalci güç, halk protestolarının ve dayanışma yürüyüşlerinin azalmasıyla Batı Şeria’nın etkisiz hale getirildiğini düşünüyordu. Yine de, herhangi bir karşılama gösterisi yapılmasını engellemek için mahkumların ailelerine sert koşullar dayatmaya çalıştı. Mahkumların veya yakınlarının basına çıkmasının veya röportaj vermesinin engellenmesi, her türlü kutlamanın yasaklanması ve bu koşulları ihlal eden herkese 70 bin şekel para cezası verilmesi kararı bunların örnekleri arasındaydı.

Ancak anlaşmanın yürürlüğe konulacağı duyurulur duyurulmaz Filistinliler kalabalıklar halinde, tutukluların serbest bırakılacağı “Ofer” Cezaevi’nin kapısına akın etmeye başladılar. İnsanlar direniş gruplarının bayraklarını, özellikle de Hamas Hareketi’ninkini sallayarak Gazze ve direnişe destek sloganları attılar. Aynı şekilde mahkumlar da salındıklarında direnişe destek sloganları atıp bayraklarını havaya kaldırdılar ve işgalci gücün medyaya çıkma yasağını deldiler. Mahkumlar sadece medyada boy göstermekle kalmadı, aynı zamanda direnişi destekleyen açıklamalar da yaptı. Bu durum, mahkumların serbest bırakıldığı günlerde işgal güçlerini, topraklarında Ofer Cezaevi’nin bulunduğu Beytunya beldesine baskınlar düzenlemeye ve halka, özellikle de gençlere saatlerce saldırmaya sevk etti. Ancak bu, insanların ve ailelerin mahkumları karşılamak üzere toplanmasını engelleyemedi. Aynı zamanda işgal güçlerinin baskınları, karşılama için bölgeye gelen Filistinli gençlerle de bir çatışma sahasına dönüştü.

Bu olay büyük bir sembolik değer taşıyor ve belki de, işgalin Batı Şeria’da uygulamaya çalıştığı şok doktrininin çöküşünü temsil ediyor. İşgal gazetecilerinden birinin bu olayların ardından şunu söylemesine neden olan şey bunun bir yansımasıdır:

“Batı Şeria’da her 10 çocuktan dokuzunun idolü Ebu Ubeyde ya da Muhammed Dayf.”

Gazze Şeridi’ne gelince, şokun etkisi daha şiddetli ve sertti. İşgalci güç Gazze’den pek çok insanı etkilemeyi başardı. Bu, sosyal medyada insanların seslerinden sızan şeylerle fark ediliyordu. Yakınlarını kaybeden, evleri yıkılan, çatısız kalan, en ufak temel yaşam gereksinimlerinden mahrum kalan insanlar, Hamas’ı “kendilerini bu savaşa soktuğu için” eleştirdiklerinde bu sözler hemen işgal tarafından yakalanıp Filistin halkına yönelik sosyal medya platformlarında yayınlandı. Ancak Filistin direnişinin “İsrailli” rehineleri teslim etme görüntüleri paylaşıldığında teslim anında gençlerin ve ailelerin toplanarak direniş için slogan attığı ve onu desteklediği sahneler göze çarptı. Genç erkeklerin direniş savaşçılarının başlarını öptüğü sahneler de vardı. Dolayısıyla bu durum, şok doktrininin işgalci gücün istediği kadar etkili olmadığını ortaya koyuyor.

Burada soru şu; şok doktrini neden Filistin halkının bilincini değiştirmede başarılı olamadı ve gelecekte de başarılı olamayacak? Çünkü gerçekte işgalci güç, caydırıcı nitelikteki “bilinci alazlama” kavramından, kesin bir bilinç değiştirme aşamasına geçebilmiş gibi görünmüyor. Tüm Siyonist katliamlara, baskı ve sindirme kampanyalarına rağmen işgalci güç, direniş ile onun tabanı arasında, Filistin halkının beklentilerinden ve haklarından vazgeçeceği kadar büyük bir çatlak oluşturmayı başaramadı. Bunun Gazze’den sonra işgalin ana sahası olan Batı Şeria’da açıkça görüldüğü umuluyor. Buna ilaveten, işgal liderleri hâlâ Hizbullah için “bilinci alazlama” kavramına dayalı bir caydırıcılıktan bahsediyor. Nitekim işgalci oluşumun Başbakanı “Binyamin Netanyahu” 2 Aralık’ta “Kuzeyde güçlü caydırıcılık, güneyde ise net kararlılık şeklinde belirlediğimiz sıralı politikayı izlemeye devam ediyoruz” dedi. Ayrıca “Bize yapılan saldırılar karşısında elimiz kolumuz bağlı oturmayız, tam tersine sert bir şekilde karşılık veririz (…) Hizbullah aptallık edip geniş çaplı bir savaşa girerse Lübnan’ı kendi elleriyle yok etmiş olur” şeklinde sözlerini sürdürdü.

Bu açıklamaların saldırıdan yaklaşık iki ay sonra gelmesi ve saldırı öncesi hâkim olan denklem ve kavramlar açısından hiçbir istisna teşkil etmemesi dikkat çekiyor. Bunlar, işgalci güce etkisiz olduğunu gösteren kavramların ta kendisidir. Sistematik yıkım meselesi, işgalci gücün Temmuz 2006’da Hizbullah’la yapılan savaşta izlediği bir stratejidir ve bunun içinden caydırıcılığı sağlamayı amaçlayan yıkıcı “banliyö metodu” ortaya çıkmıştır. İşgalci güç Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarında, özellikle de 2014 saldırısında bunu uygulamaya çalıştı. Gelgelelim, “Aksa Tufanı” operasyonu, bu metodun ne caydırıcılık getireceğini ne de Filistinlilerin “bilinçlerinin alazlanmasına” katkıda bulunacağını kanıtladı. Ancak şok doktrininin Filistin halkı üzerinde başarısız olmasındaki esas unsur, işgalci gücün “Hamas fikri”nin anlamını yanlış anlamasıdır. Giriş bölümünde açıkladığımız gibi işgalci güç, Hamas’ın Yahudileri öldürmekten başka bir uğraşı olmayan ideolojik bir akımı temsil ettiğini düşünüyor. Ancak gerçek bunun tam tersi. Zira Hamas ve genel olarak direniş, işgalden kurtuluş kavramını temsil ettiği için insanların zihnine kazınmıştır. Bu yüzden işgal var olduğu sürece bu düşünce de var olmaya devam edecektir. Ayrıca direnişin güç dengesi bozulmuş olsa bile, işgale karşı caydırıcı bir güç olmuş ve bunu eylemleriyle hissettirmiştir. Hamas ve diğer direniş hareketleri ortadan kalksa bile işgalin varlığı, işgalci gücün Filistin halkına yaptığı zulüm ve baskının rahminden doğan yeni direniş hareketlerini üretecektir.

Bu sebeplerden ötürü, Filistin halkının doktrini ve inancı, onlarca yıldır işgal eylemlerini kanıksayan ve bunları sineye çeken diğer toplumlarda başarıyla uygulanan şok doktrininden daha güçlüdür. Her yeni Filistin nesli daha da sağlamlaşarak haklarına daha bağlı ve işgale karşı daha dirençli olmaktadır.

Sonuç:

İşgalci güç, katliamlar ve benzeri görülmemiş yıkımlar ile Filistin halkının bilincini yeniden şekillendirmeye ve onları, gerek tehcir gerekse kültürel ve siyasi olarak silmek olsun, kendi planlarına açık hale getirmeye çalışırken, bu derecedeki şiddetin tam tersi sonuçlar verdiğini kanıtlayan birçok yaşanmışlık var. Nitekim bunlar insanları intikam ve öç alma arayışına sevk ediyor ve Filistin halkının bu katliam tehlikesine maruz kalmaması için işgalden kurtulmasının gerekliliğini pekiştiriyor.

Bununla birlikte, işgalci gücün Filistin bilincini değiştirme girişimlerine, farkındalığı güçlendirmeye ve pekiştirmeye yönelik hummalı çabalarla karşılık verilmeli ve Gazze Şeridi’ne yıkım ve ölüm getiren şeyin direniş olduğuna dair Filistin halkını hedef alan anlatıyla mücadele edilmelidir. Aksi halde, bu hususun göz ardı edilmesi, Filistin halkının gerek Gazze Şeridi’nde gerekse Batı Şeria’da katliamlar, kuşatmalar ve yıkımlar nedeniyle psikolojik açıdan hassas olduğu bir dönemde, meydanın işgal propagandasına kalmasına yol açar.


[1] Yabous Danışmanlık ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde Araştırmacı, Ramallah.

[2] Naomi Klein, Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi, (All Prints Distributors & Publishers, 2011) s. 31.

[3] A.g.e, s.155.

[4] A.g.e, s.169.

[5] A.g.e, s. 164.

[6] Bknz: Habbas, Velid. Yerleşimci-Sömürgecilik Kavramı: Yeni Bir Teorik Çerçeveye Doğru. İsrail Meseleleri Dergisi. Cilt 17, sayı 66 (Temmuz 2017), s. 114-127.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu