Gazze’deki Savaşı Devam Ettiren Gerçekten Netanyahu mu?

Ahmed Atawna*

İsrail gündemini yakından takip eden çok sayıda analist ve gözlemci, Benjamin Netanyahu’nun Gazze Şeridi’ndeki savaşın durdurulmasını sağlayabilecek bir ateşkese yanaşmamasını siyasi geleceği için duyduğu endişeye ve savaşın durmasıyla hükümetinin çöküp 7 Ekim’deki büyük başarısızlığın sorumluluğunu yükleneceğinden korkmasına bağlıyor.

Bu analiz bazı yönlerden objektif gibi görünse de, özellikle aylardır askeri açıdan beyhude bir çabayla sürdürülen, temelinde katliam ve tahribatın yattığı, uluslararası hukuk kurallarının hiçe sayıldığı ve Filistin halkına yönelik toplu katliamın durdurulması için Birleşmiş Milletler (BM) ve BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan kararların ve uluslararası mahkemelerden çıkan hükümlerin göz ardı edildiği bu savaşın hala neden durdurulmadığını açıklamak için yeterli değil.

Netanyahu “Samson” değil

Netanyahu, savaşı uzatarak aşırı sağa karşı kendisini olağanüstü bir başbakan ve daha önce hiç kimsenin sahip olmadığı yeteneklere sahip bir lider olarak göstermeye çalıştı. Ya da bir başka deyişle, savaşın durdurulup Filistinli sivillere yönelik apaçık yapılan katliama son verilmesi için çağrıda bulunan BM Güvenlik Konseyi, uluslararası mahkemeler ile Batılı ve Doğulu devletlerin yanı sıra İsrail muhalefetine, ordusuna ve güvenlik güçlerine karşı koyabilen “güçlü Samson” gibi göstermeye çalıştı.

Bu analizi benimsemek, tüm bu tarafların savaşın durdurulması konusunda samimi ve ciddi olduğunu, tek reddedenin ise Netanyahu olduğunu ve onun gerçekten bu tür yetenek ve becerilere sahip olduğunu varsaymak anlamına gelir. Ancak bu, gerçekleri çarpıtan ve aşırıya kaçan bir değerlendirmeden başka bir şey değildir.

Baskı Yerine Destekleyici Bir Politik Ortam

İç, bölgesel ve uluslararası siyasi ortam ve bu ortamın savaşı ve devamlılığını etkileyen faktörler dikkatlice incelendiğinde, Netanyahu’ya savaşı durdurması yönünde gerçek bir baskı yapılmadığı ve Netanyahu’nun işgalci oluşumdaki iç cephe dışında nüfuzlu taraflardan hiçbirinden tehdit hissetmediği açıkça fark ediliyor. Hatta bu tarafların çoğu savaşın başlangıcından bu yana savaşın devamı için gerekli tüm desteği sağlamış ve sağlamaya da devam etmektedirler. Kısaca duruma göz attığımızda şunlarla karşılaşıyoruz:

İsrail’in iç ortamı hâlâ savaşı durdurmaya yetecek kadar baskıcı değil. Netanyahu, Knesset’te değişmeyen 64 sandalyelik bir hükümet koalisyonunu elinde tutuyor. Ordu ve güvenlik kurumları, direnişin verdiği ağır hasara rağmen hâlâ hükümetin yönlendirmelerine göre hareket edip onun emirlerine uyuyor.

Muhalefet zayıf, tutarsız ve belirli hedefler üzerinde uzlaşamamış durumda. Bu da muhalefeti Netanyahu’nun çizdiği yol ve izlediği politikalar karşısında etkisiz eleman haline getiriyor. Siyonist kamuoyunun savaşın durdurulması ve Gazze Şeridi’nden çekilmeyi içeren bir esir takası anlaşması yapılması yönündeki baskısı hâlâ sınırlı olup Netanyahu ve hükümetini taleplerine yanıt vermeye zorlayabilecek ivmeye henüz ulaşmış değil.

Hatta pek çok defa Netanyahu’yu ve hükümeti destekleyenler ile muhalifler karşı karşıya geldi. Bu faktörler, Netanyahu’nun hükümetine ve istikrarına yönelik gerçek bir tehlike duymamasını sağlıyor. Gerçek ve etkili değişiklikler olmadığı sürece, Netanyahu’nun tutumunu ve davranışlarını değiştirmesi mümkün değil.

İlk günden itibaren ABD, Gazze’de halkımıza karşı yürütülen saldırının tam anlamıyla bir ortağı olmuştur. Her ne kadar bir devlet olarak kurumlar düzeyinde ABD ile Demokrat Parti yönetimi arasında, özellikle ateşkes ve esir takası konusunda bazı zıt görüşler ortaya çıkmış olsa da ABD’nin İsrail’e askeri, güvenlik ve siyasi açıdan verdiği açık destek ve yaptıklarına tamamen müşterek olması değişmiyor. Bu durum Netanyahu’nun her koşulda elini kolunu sallayarak hareket etmesini sağlıyor. Netanyahu bunu yaparken askeri, güvenlik ve ekonomik kurumların yanı sıra, özellikle işgalci oluşumu destekleyen Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) gibi lobilerden güç alıyor.

Takipçilerinin sayısının yaklaşık 70 milyon ABD’li olduğu tahmin edilen Hıristiyan Siyonizmi’nin kurumları ve liderlerinin yanı sıra, başta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan olmak üzere mevcut Beyaz Saray yönetiminin önemli bir kısmının da bu gücü verdiğini unutmamak gerek.

Tüm bunların ötesinde Netanyahu ve İsrail’deki aşırı sağ partiler, gelecek kasım ayında yapılması planlanan ABD seçimlerine ve Donald Trump’ın yeniden başkan olma ihtimaline gözlerini dikmiş durumda. Nitekim Trump, işgalci oluşuma körü körüne verdiği desteği ve Filistin davasını tasfiye etmeye yönelik “Yüzyılın Anlaşması” olarak bilinen çılgın projesiyle biliniyor.

Başta Almanya, İngiltere ve Fransa olmak üzere önde gelen güçlü Avrupa ülkeleri, Filistin meselesinde hâlâ aynı politikayı sürdürüyor. Onlarca yıldır, ister savaş zamanı ister barış zamanı olsun, ABD’nin politikasını izleyip buna hizmet ediyorlar. Pek çok Avrupa ülkesinde geniş bir kamuoyu baskısı oluşturulmasına ve çeşitli siyasi tavırlar ve açıklamalar ortaya konmasına rağmen bunlar etkili bir siyasi eyleme dönüşemedi. İşgalci oluşuma ve onun sürdürdüğü çılgın savaşa verilen destek devam etti.

Bu savaş sırasında Arap ve İslam dünyası, içinde bulunduğu acziyeti, zayıflığı ve güçsüzlüğü bir kez daha kanıtladı. Hatta bununla da kalmayarak bazı taraflar savaşa ilişkin tutumları ve savaş sırasındaki siyasi ve medya performanslarıyla durumu daha da kötüleştirdi. Birçok ülke İsrail’le silah anlaşmaları yaptı ve ticaret hacmi arttı. Bu durum Filistinlilere son derece olumsuz mesajlar gönderirken işgalci güce doğrudan bir destek teşkil etti.

Yedi ülkenin dışişleri bakanı ile ortak bir komite kurulmasıyla sonuçlanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği Ortak Zirvesi’nin ardından, İslam-Arap dünyasının ciddi bir tutum sergileyeceğine ilişkin iyimserlik çok da uzun soluklu olmadı. Pek çok kişi zirvenin yapılmasının ardından bu adımın diplomatik bir çaba ve Arap-İslam baskısı doğuracağını düşünüyor ve Filistinlilere Arap ve İslam dünyasının desteğinin geleceğini umut ediyordu. Ancak ne yazık ki oluşan hayal kırıklığı toplantının büyüklüğü ve ülkelerin ağırlığı kadar büyüktü. Birkaç hafta sonra ne komiteden ne de çalışmalarından ses seda vardı.

Filistinlilere gelince, Filistin halkının olağanüstü direnişine ve mert duruşuna paralel olarak resmi siyasi liderlik, yani Filistin Yönetimi ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), gerçeklikten koptuğunu, Filistinlileri birleştirmekten aciz olduğunu, siyasi iktidarsızlıktan mustarip olduğunu, tarihi sorumluluğunu terk ettiğini ve işgalci güç ve onun iddialarıyla örtüşme noktasına ulaşan sefil bir performans sergilediğini gösterdi.

Her gün Filistin halkına, kadınlarına ve savunmasız çocuklara yönelik katliamlar işleyen İsrail ordusu ile güvenlik koordinasyonunun devam etmesi de cabası. Ayrıca Gazze’yi desteklemek için engellerle dolu bir ortamda imkansızlıklar içinde mücadele eden Batı Şeria’da direniş üyeleri kovuşturuluyor. Şu ana kadar Filistin Yönetimi’ne bağlı güvenlik birimleri tarafından onlarca genç gözaltına alındı ve 11 Filistinli şehit edildi.

Öte yandan Filistin halk güçleri, hiçbir yerde, işgalci güç ile destekçileri üzerinde gerçek bir baskı oluşturacak şekilde Filistinli kitleleri harekete geçirmeyi başaramadı ve hareketlerini organize edemedi. Arap ve Müslüman halklarda olduğu gibi Gazze Şeridi dışındaki Filistin halkının tutumunda da zayıflık ve güçsüzlük göze çarpıyordu.

Maharet Netanyahu’da Değil, Siyasi Çevrelerin İş Birliğinde

Tüm bunların karşısında gereken şey, çeşitli bileşenleriyle işgalci İsrail üzerinde baskı kuran faktörlerin incelenmesi, önemsenmesi ve etkinleştirilmesidir, Netanyahu’nun tutumunu değiştirmesini veya genelde göstermelik ya da etkisiz olan baskılar karşısında geri adım atmasını beklemek değildir.

Aslında yeterli irade gösterilse, Netanyahu ve İsrail bölgesel ve uluslararası taraflardan gelecek ciddi bir baskı karşısında dayanamaz. Zira bu tarafların çoğu bu saldırganlığı durdurabilecek güce ve imkana sahip. Ancak ne yazık ki, bu tarafların birçoğu, özellikle ABD, İsrail’in politikaları ve hedefleri doğrultusunda hareket ediyor. İki taraf yalnızca savaşın idaresiyle alakalı bazı konularda ayrılığa düşüyor. Öte yandan diğer bazı ülkeler ise mevcut durumu önemsemiyor ve ikiyüzlü bir tutum sergiliyor. İnsan hakları ve mağdurlarla dayanışma konularında atıp tutarken suçlulara destek vermeye devam ediyorlar. Önde gelen Avrupa ülkeleri tam olarak bunu yapıyor.

Diğer taraftan “resmi” Arap ve İslam dünyası büyük ölçüde parçalanmış, zayıf düşmüş ve Amerikan hegemonyasına teslim olmuş durumdadır. Dünyanın değişikliğe gittiği ve ABD hegemonyasından kurtulmanın yanı sıra Siyonist projenin tehlikelerine karşı koymak için belki de bir daha tekrarlanmayacak bir fırsat sayılan bu tarihi dönüm noktasından istifade edememektedir. Şu unutulmamalı ki, Siyonist proje Filistinlileri vatanlarından ve haklarından mahrum ettiği kadar, eskiden olduğu gibi bugün de bütün bölge ülkelerinin çıkarlarını tehdit etmektedir.

*Dr, Vizyon Siyasi Kalkınma Merkezi Genel Müdürü

Bu makale Aljazeera.net’de yayınlanmıştır.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu