Filistinlilere Yasak Bir Silah: Siyaset

Hasan Obaid*

Pek çok halk, birçok yola başvurarak bağımsızlığını kazanmıştır. Bunlardan en öne çıkanı da silahlı mücadeledir ve bu Birleşmiş Milletler (BM) tarafından desteklenen bir haktır. BM 1945 yılında kurulduğunda yaklaşık 750 milyon insan (o dönemde dünya nüfusunun neredeyse üçte birine tekabül ediyordu) sömürge yönetimi altında yaşıyordu. Bunun etkisiyle, halkların kendi kaderini tayin etme hakkı, BM belgelerinde ve hukukta bir insan hakkı olarak yer aldı. Bu konuda çok sayıda BM belgesi bulunmaktadır ve bunların bir kısmı da Filistin ile ilgilidir. Sömürge altındaki halkların mücadelesinin meşruluğunu ve ellerindeki her türlü araçla kendi kaderlerini tayin etme haklarını teyit eden 1970 yılında çıkarılan 2649 sayılı BM Kararı, halkların mücadelesinin meşruluğuna ve “silahlı mücadele de dahil olmak üzere mevcut tüm araçlarla” sömürgecilikten kurtulmaya dikkat çeken 1986 yılında çıkarılan BM Genel Kurulu Kararı ve Filistin halkının her türlü yol ile haklarını geri alma hakkını tanıdığına işaret eden 1994 yılında çıkarılan 3236 sayılı BM Kararı bu konudaki diğer kararların en öne çıkanları arasında yer almaktadır.

Gelgelelim, Filistin mücadelesinin tarihi boyunca, işgali destekleyen ülkeler, diğer halklar için geçerli olan durumun Filistin halkı için geçerli olmaması için çabalamışlardır. Bunu yaparken Filistinlilerin sadece silahlı mücadele ile değil, aynı zamanda İsrail’in konumuna zarar verecek ve onun işgalci statüsüne sahip olduğunu gösterecek her türlü yöntemle herhangi bir siyasi başarı elde etmelerini engellemişlerdir. Bazı tarihsel dönemeçlerin hatırlatılması bu meselenin mercek altına alınmasına yardımcı olacaktır.

Silahlı mücadele yoluyla kendi kaderini tayin etme

El-Fetih liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), o dönemde yaşanan bölgesel dönüşümlerin bir sonucu olarak, üzerine kurulduğu ilkelerin çoğundan taviz verebileceğini göstermişti. Bunun sebebi; uluslararası tanınma hedefine ulaşmak, Filistin halkını temsil meşruiyetine zarar vermemek ve ABD ile bir iletişim mekanizması oluşturmaya çalışmaktı. FKÖ’nün 1970’te Ürdün’deki tabanını kaybetmesi ve 6 Ekim 1973 savaşının ardından Henry Kissinger’in yürüttüğü siyasi yollar gibi bölgesel dönüşümlerin bir sonucu olarak, silahlı mücadele yoluyla halkın kendi kaderini tayin etme programı sekteye uğramıştı. Bunun üzerine FKÖ, Haziran 1974’te Filistin Ulusal Konseyi tarafından kabul edilen on maddelik siyasi programı üzerinden tavizler vermeye başlamıştı.

ABD, FKÖ’nün bu taviz silsilesine, üç ayaklı bir stratejiyle yaklaşmıştı. Birincisi, Kissinger’ın söz ettiği gibi FKÖ’nün barış görüşmelerinde Arap hükümetlerinin iki adım gerisinde bırakılmasıydı. İkincisi, FKÖ’nün tavizlerinin İsrail elitleri ve toplumu tarafından kabul edilmesinin gözetilmesiydi. Zira Likud Partisi’nin 1977 İsrail seçimlerindeki zaferi, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ı FKÖ’yü Arap barış görüşmelerine dahil etmekten vazgeçmek zorunda bırakmıştı. Daha sonra 1980’de muhafazakârlar karşısında koltuğunu kaybedince yerine gelen o zamanki ABD yönetimi, FKÖ’yü görmezden gelmiş ve zayıflatmaya çalışmıştı. Üçüncüsü, FKÖ’nün olabildiğince çok taviz vermesinin sağlanması ve bunun ucunun zamansal olarak açık bırakılmasıydı.

Birinci intifada: Siyaset geri dönüyor

1987’deki ilk intifadanın etkisiyle ABD, Filistin meselesiyle ilişkilerinde yukarıda bahsi geçen üç ayaklı stratejisini yeniden değerlendirmişti. Zira intifada, İsrail’in uluslararası konumunu zayıflatmıştı. Uluslararası alanda yalnızlaşan ve araçları etkisiz hale getirilen FKÖ’nün yerine Filistin toplumu 1987’de kendi kaderini tayin etmek üzere ipleri eline almıştı. ABD’nin herhangi bir siyasi çözümden ziyade İsrail’i memnun etmeye öncelik verdiği doğru; ancak 1987 intifadasının İsrail’in uluslararası konumuna zarar verdiğini fark eden ABD, FKÖ’nün içeride de olduğunu ıskalayıp bu örgütle ülke dışında ilgilenmeyi tercih ederek yanlış yolda olduğunu anlamıştı. Araplarla barışı sağlayarak Filistinlileri es geçme yaklaşımı başarısız olmuştu. Bunun ışığında ABD, İsrail’e siyasi bir çözümü kabul etmesi için baskı yaparken, bir taraftan da FKÖ’ye mümkün olan en fazla tavizi vermesi için baskı yapıyordu. Ancak bu sefer ABD’nin ilk intifadadan önceki gibi ucu açık bir zaman lüksü yoktu.

Oslo aşaması

Oslo, silahlı mücadeleyi suç saymış ve bizzat Filistinliler aracılığıyla İsrail’in konumunu güçlendirmeye sevk etmiştir. Ancak yine de, merhum Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, siyasi bir başarı elde etmek için mücadele yoluna yatırım yapma stratejisinden vazgeçmedi. Örneğin Arafat, işgalci yetkililerin Mescid-i Aksa’nın altındaki batı tünelini açma girişimini protesto etmek amacıyla 1996’da patlak veren halk tüneli rüzgarını desteklemişti. Amaç, İsrail’e Mescid-i Aksa’ya yönelik politikalarını durdurması için baskı yapmaktı.

O dönem İsrail muhalefetinin lideri olan Ariel Şaron’un yaklaşık 2 bin işgal askerinin koruması altında Mescid-i Aksa avlusuna baskın yapmasının ardından 2000 yılında ikinci intifadanın patlak vermesinde de aynı stratejiyi izlemişti. Arafat, 2. Camp David zirvesinde reddedilen siyasi çözüm hakkındaki vizyonunu kabul etmeleri için uluslararası topluma ve İsrail’e baskı yapmak amacıyla ilk yılında intifadayı desteklemeye gayret etmişti. Bir grup Filistinli aktivist ve grup liderini tutuklamasına rağmen, intifadanın temposunu kontrol altına alarak daha etkili olmasını sağlamak ve işgal bahanelerini ortadan kaldırmak amacıyla, Filistin hareketleriyle bağlantısını kesmemişti.

Filistinlilerin siyasi hedeflere ulaşmak için savaşmayı ve silahlı mücadeleyi etkinleştirme stratejisine geri dönmesi -ABD ve İsrail tarafınca- konulan yasaklar arasındaydı. Daha sonra Şaron, Devlet Başkanı Arafat’ı Usame bin Ladin’e benzeterek onun bir terör örgütü lideri olduğunu söylemişti. ABD’nin desteğiyle Arafat, siyasi sahnede yalnızlaştırılmış ve ardından 2004’te suikasta kurban gitmişti.

Arafat döneminden kopuş ve diğer mücadele araçlarının yasaklanması

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas dönemi, siyasi hedeflere ulaşma doğrultusunda yalnızca savaşmaya ve silahlı mücadeleye başvurma stratejisinden bir kopuş dönemini temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda İsrail’e baskı yapmak için başka araçları kullanma konusunda da oldukça temkinli hesapların yapılmasına sahne oluyordu. O dönem Filistin Yönetimi, Yaser Arafat’a düzenlenen suikasttan dolayı İsrail’i kınayan ciddi bir irade ortaya koymamıştı. Ayrıca ABD’nin baskısı sonucunda, Yargıç Richard Goldstone’nin İsrail’in 2008-2009 Gazze savaşına ilişkin raporunu tartışmaya yönelik karar taslağına verdiği desteği de geri çekmişti. Filistin Yönetimi’nin uluslararası ve BM kurumları aracılığıyla İsrail’e yönelik baskı uygulamalarını takip etmesi zayıflamış ve bu durumu siyasi bir pazarlığın parçası haline getirmişti.

Filistin Yönetimi halk direnişini (şiddet içerikli değil) destekleyen bir tutuma bürünse de, siyasi hedeflere ulaşmak için direniş ve mücadele denklemine uygun, net ve icra edilebilir bir program benimsememiştir. Aksine çoğu zaman, halk direnişinden Filistin’in iç çekişmelerinin sloganı olarak bahsetmiştir. Filistin Yönetimi kendisine katma değer sağlayan bir mekanizma olarak güvenlik koordinasyonuna yatırım yaparak bu sayede ABD desteğini korumak istemiştir.

Mücadelelerini uluslararası hukuka dayandırsalar da Filistinlilerin, uluslararası Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) kampanyası gibi mücadele araçlarını kullanmaları giderek kısıtlanmıştı. Dünyanın dört bir yanında Filistin davasına destek verenler de mücadele araçlarından ve İsrail uygulamalarını eleştirmekten mahrum bırakılmıştı. Bunun nedeni, birçok medya ve akademik kurumun ve bazı Avrupa resmi kurumlarının, Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) antisemitizm kavramı tanımını benimsemiş olmasıydı. Burada hedef, İsrail’i apartheid bir devlet olarak sayan tutumlar ile mücadele etmekti, ki bu, ifade özgürlüğüne, özellikle de akademik özgürlüğe çok ciddi bir zarar vermiştir.

Filistin sorununun politik niteliğini yok etmek

Filistin meselesinin siyasi boyutu gitgide dışlanmış ve yerini ekonomik, güvenlik ve kalkınma boyutları almıştı. Daha sonra Arap-İsrail normalleşme süreci Filistinlilerin siyasi sürecinden ayrı ve uzak tutularak yürütülmüş ve diğer maddi yardımlar gibi siyaset de Filistin Yönetimi’nin bağışçılardan beklediği meselelerden biri haline gelmişti.

Temmuz 2021’de Yair Lapid ve ortağı Naftali Bennett liderliğindeki geçici İsrail hükümetinin kurulmasından sonra bile -Filistin Yönetimi bunun siyasi sürece bir dönüş fırsatı olduğuna inanıyordu- Biden liderliğindeki ABD yönetimi, Lapid-Bennett koalisyonunun Kasım 2022 seçimlerini kaybedebileceği korkusuyla, Yönetim’in herhangi bir siyasi süreci yeniden başlatmasını engellemişti. Bu çerçevede Biden, Filistinlilerin hakları pahasına İsrail’in siyasi ve toplumsal dokusunun istikrarına öncelik vermişti. Buna rağmen söz konusu koalisyon seçimleri kaybetmiş ve Yönetim’in fırsatı bir kez daha kaybolmuştu.

Yıllar boyunca Washington, İsrail’in maksimum taleplerinin karşılanması için Filistinlilerin minimum taleplerini ve mücadele güçlerini aktif bir şekilde kısmaya çalışmıştır. Oslo’dan sonra ABD, İsrail’in yerleşim politikalarına engel olmadı. Bunun ışığında, Oslo’dan sonra yerleşim dört kat arttı. Zira istatistikler, 1992’de çeyrek milyon yerleşimcinin yaşadığı yaklaşık 170 yerleşim yerinin bulunduğunu, 2023’te ise 950 bin yerleşimcinin yaşadığı 444 yerleşim yerine ulaşıldığını göstermektedir.

“Aksa Tufanı” savaşı ikilemi

ABD, İsrail’in bu savaşta hedeflerini gerçekleştirememesi durumunda direnişin zaferi üzerine siyasi bir ufuk açılması ikilemiyle karşı karşıya. Belki de bu, ABD’nin Hamas sonrası Gazze’ye ne olacağını savaş bitmeden ve sonuçları belli olmadan tartışmaya yönelmesini açıklıyor. Bu, konuyu siyasi çözümün ve yaklaşımlarının tartışılmasından saptırmak ve Filistinlilerin siyasi hedeflere ulaşma doğrultusunda mücadele denklemi üzerinden stratejik bir başarı elde etmesini engelleme çabasıdır. Zira, şayet Filistinliler bu başarıya ulaşırlarsa, Filistinlilerin mücadele projelerine olan güveni artacak, işgalcinin statüsü zarar görmüş olacak ve Filistin davasıyla küresel dayanışma hareketlerinin ruhu yeniden canlanacaktır.

Ancak İsrail hedeflerine ulaşırsa -ki bu şu ana kadar muhtemel görünmüyor- neden ABD ve İsrail, Filistin Yönetimi’ne politik bir başarı tanısın? Bunu yapmaya onları ne zorlayabilir? Filistinlilerin artık baskı araçları olmadığı ve onları ortak bir program üzerinde toplayabilecek meşru bir liderliklerinin olmadığı bir durumda, ABD İsrail’in politik yaşamını ve toplumsal düzenini karıştıracak politik programlara hiç gider mi? Daha önce görüldüğü üzere, ABD, 30 yıl boyunca herhangi bir siyasi sürecin daha elverişli koşullarında bile Filistin Yönetimi’ne bu başarıyı tattırmamıştır. Bununla birlikte, ABD’nin Filistin Yönetimi’ne karşı yapabileceği şey, Filistin Yönetimi’nin daha derin ve kapsamlı işlevsel görevleri üstlenmesine zemin hazırlayacak köklü yapısal ve liderlik değişimleri sağlamaktır. Aksi halde, Filistin Yönetimi geçmişte karşısında durduğu silahlı mücadeleden ötürü siyasi bir başarı nasıl elde edebilir?

*Hasan Obaid, Dr, Vizyon Siyasi Kalkınma Merkezi’nde Araştırmacı.

Bu makale Aljazeera.net’de yayınlanmıştır.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu