Filistin Söylemi: Direniş, Kurum ve Vatan
Hasan Obaid*
Sömürgeci güç yapılarını ve “ötekinin” oluşturulmasının ardındaki süreçleri anlamak açısından kolonyal söyleme ilişkin çalışmaların hayati önem taşıdığını düşünen Edward Said, Frantz Fanon ve Gayatri Spivak gibi pek çok düşünür kolonyal söylem ile ilgilenmiştir. Bu çalışmalar, sömürgeci tarafın üstünlüğünü tesis etmek için retorik uygulamalara nasıl başvurduğunu göstermekte ve Batılı ve İsrailli kurbanlara kıyasla Filistinli kurbanlara verilen tepkilerin farklılığını ortaya koymaktadır. Her kurbana aynı derece tepki verilmiş olsaydı bu, sömürgecilerin sömürgeci tutumlarını kınadıkları anlamına gelecek ve ortada işgali devam ettirmek için bir gerekçe kalmamış olacaktı.
Sömürge dönemi söylemi
İsrail işgaline geçmiş yüzyıllardaki sömürge dönemiyle bağlantılı bir evre olarak bakmak, Batılı merkezlerin pervasız bir şekilde İsrail işgaline verdiği bariz desteği açıklarken oluşan yadsımayı azaltacaktır. Sömürge döneminde Gayatri Spivak (1985), Avrupa’nın benlik duygusunun, kolonilerdeki İngiliz askerleri üzerinden işlendiğini ve yerli vatandaşı kendi topraklarından “ötekine” yer ayırmaya zorlamak şeklinde vücut bulduğunu fark etmiştir.
O dönemdeki söylemler bu duyguyu güçlendirmeye yönelikti. Bill Ashcroft (2014) Spivak’la aynı fikirde olup emperyalizmin merkezlerinin birbirine bağlı ve bağdaşık olduğu ve İngiliz savaşçının bu kolonileri temsil etme yetkisini üstlendiği görüşündeydi. 1948’den sonra bu İngiliz “savaşçının” yerini, Batılı merkezlerle bağlantısını kaybetmeyen İsrailli “savaşçı” aldı. Gerek söylemlerde gerekse işgal ordusu mensuplarının Batı’ya olan bağlılıklarında bu açıkça görülmektedir. Örneğin işgal ordusu, dünyada farklı uyruklardan en fazla askeri barındıran tek ordudur. Daha çok geçmiş yıllarda oluşturulan çok uluslu ordulara benzemektedir. Başka bir deyişle, eğer Batı sömürgeci askeri bir ittifak kurmak isteseydi işgalci İsrail ordusu bunun için biçilmiş kaftan olurdu.
İşgalci oluşum ve bazı destekçileri konuşmalarında, 7 Ekim sonrası savaşı “uygar ve aydın ülkelerin”, “karanlık gruplara ve insansı hayvanlara” verdiği bir medeniyet savaşı olarak lanse etmeye çalışıyorlardı. Filistin toplumunun bu şekilde tasvir edilmesi, oryantalist ve Viktorya döneminden emperyalist bir bakış açısını temsil etmektedir ve sömürgecilerin Afrika kültürlerini şiddetli, azılı, akıl almaz ve gerici olarak lanse edişlerini akıllara getirmektedir. Öyle ki, işgal liderleri sömürge döneminin gezginlerinin, askeri kampanyalarının ve ticari şirketlerinin heybesinden nemalanarak Filistin halkını tanımlamaktadır. Bazı Batılı liderler bu söylemler konusunda işgalci liderlerle aynı fikirdeydi ve bu, retorik beyanlar ve tanımlar üzerindeki mutabakatın boyutunu göstermektedir.
Aksa Tufanı operasyonundan bu yana, birçok Batılı kurum ve rejim tarafından işgalci güce yönelik destek söylemleri arttı. Bunca söylemden sadece siyasi tutum ve yönelim olarak ya da kamuoyunu hedef alan propaganda kampanyaları olarak bahsedilemez; ortada adeta söylemin kurumsallaştırılması vardır.
Bu, sömürge dönemi ülkeleri tarafından uygulanan yaygın bir sömürge olgusudur ve sömürgeci öz benlikle ilgili ideolojik mesajları empoze etmek için kullanılan bir araçtır. “Oryantalizm” kitabında buna vurgu yapan Edward Said, oryantalizmi bir söylem olarak incelemeden, aydınlanma sonrası dönemde Avrupa kültürünün siyasi, toplumsal, askeri, ideolojik, bilimsel ve imgesel olarak “Doğu”yu yönetip şekillendirmeye dayalı sisteminin anlaşılamayacağını savunmaktadır. Michel Foucault da Said ile aynı fikirde olup, söylemin dışında bir bilgi olmadığına vurgu yapmaktadır. Söylem, “metinsel yaklaşımın” kültürel ve politik yapılanmasıdır.
Filistin konusunda da benzer şekilde pek çok Batılı akademi, kurum ve hükümet, kendilerine söylemlerinde Filistin’i tanımladığını iddia ettikleri bilgileri üretme yetkisi tanımlamışlardır. Bu bilgiler zamanla birikerek siyasi bir gelenek oluşturur. Batılı kurumların Filistin’e yönelik söylemlerini şekillendiren algısal çerçevelerden biri de “antisemitizm” yani Yahudi karşıtlığıdır. Bu, Filistinlilerin haklarını savunanlara yöneltilen bir suçlama haline gelmiştir. Özellikle de Filistinli mültecilerin koparıldıkları evlerine geri dönüşleri konusunda. Oysa ki, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun Filistinlilerin çıkarıldıkları evlerine ve topraklarına geri dönme hakkını tanıyan 1948 tarihli bir kararı bulunmaktadır.
Aksa Tufanı’nı bertaraf etmeye yönelik retorik uygulamalar
Uluslararası kuruluşların net ve bağlayıcı mekanizmalar olmadan Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanıyan belgelerine rağmen, ABD, Filistinlilerin haklarını destekleyen söylemlerin geçerliliğini ortadan kaldırmak için üç retorik strateji izlemiştir. Bunlardan ilki net siyasi bir yol çizmeksizin kelime oyunlarına başvurmasıdır. Bu, işgalin bitmesi yerine devam etmesini sağlamıştır.
İkincisi, Filistin meselesinin ana hatlarını daraltıp dünyanın ilgisini Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına ilişkin esas meseleden saptırarak savaş sonrasında ne olacağı, Filistin Yönetimi’nin reformdan geçirilmesi ve yardımların nasıl ulaştırılacağı gibi tartışmalara kaydırmasıdır.
Üçüncüsü, işgale destek veren ABD ve Batılı ülkeleri en çok zorlayan şey olarak uluslararası kurumlardan çıkan söylemlerdir. Zira bunlar bir yandan uluslararası fikir birliğini işaret ederken, diğer yandan da işgalin iddialarına karşıt içerikleri esas almaktadır. Aynı zamanda uluslararası toplumun işgalci gücün politikalarını eleştiren hareketleri ve kurumları için bir dayanak teşkil etmektedir. Ancak ABD, işgalin sürdürülmesi için söylemlerin yapısını yeniden şekillendirmiştir.
Bunun bir örneği, 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı sonrasında çıkarılan 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıdır. Kararı hazırlayanlardan biri İngiliz diplomat Lord Caradon’du ve kendisi ABD ile koordinasyon kurarak, bağlayıcı bir uygulama mekanizması olmadan muğlak bir metin hazırlanmasını sağlamıştı. Bu, ABD’nin 1973’teki 6 Ekim Savaşı’ndan sonra 338 sayılı kararın ve aynı minvaldeki müteakip kararların çıkarılmasında takip ettiği mekanizmanın BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmesine zemin hazırlamıştı.
7 Ekim’den sonra ABD’nin siyasi bir geleneğe dönüştürmeye çalıştığı retorik uygulamalardan biri “Gazze savaşından sonrası” ifadesinin tekrarıdır. ABD, dile getirdiği siyasi içerikler ve algılar bir yana, Filistinlilerin kendi kaderlerine ve temsilcilerine karar veremeyeceğini varsaymaktadır. Savaşı 7 Ekim’den beri olduğu gibi ateşli bir saldırıdan ibaret olarak görüp bunu kuşatmanın kaldırılması, işgalin sona erdirilmesi ve Filistinlilere özgür ve onurlu bir şekilde yaşama haklarının teslim edilmesi olarak okumamaktadır.
Bu şekilde Filistin meselesi, bütün sömürgeci bağlamın yanı sıra işgalin Batı Şeria’daki yerleşimci uygulamaları, Kudüs’ün Yahudileştirilmesi ve Filistin halkının tehcir edilmesi gibi halihazırdaki diğer iç içe geçmiş bağlamlardan koparılmaya çalışılmıştır.
İşgal ve destekçileri, yalnızca maddi, askeri ve teknolojik üstünlükle değil, Filistinlilere yönelik özel algıları da içeren söylemlerle Filistin’e hâkim olmaya çalışmaktadır. Örneğin işgalci oluşumun kendini savunma hakkı olduğu söyleniyor ya da İsrail ve müttefikleri, “savaş sonrasına” ilişkin planlarından söz edip Filistinlilerin kendilerine ilişkin planlarına alan tanımayarak onları ehlileştirecek idari ve eğitim sistemlerine ihtiyaç duyan ilkel insanlarmış gibi lanse etmektedirler.
İşgali destekleyenlerin söylemlerinde Filistinlilerin beyanlarının üzerinde tahakküm kurulması etkili bir baskı aracı olmuştur. Filistinli şehit ve yaralıların sayısına gösterilen yaklaşım bunun bir örneğidir. Nitekim ABD Başkanı Joe Biden bu sayıları ya görmezden geldi ya da inkar etti. Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD), BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nın (UNRWA) Gazze’deki insani koşullara ilişkin verileri baz almasının ardından UNRWA’ya verilen destek kesildi. Yani sayılar gibi soyut meselelerde bile Filistinlilerin söylemleri silinmeye çalışılıyor ve bu 1948 yılında işgalci gücün uyguladığı katliamların reddedilmesini akıllara getiriyor.
Gelgelelim, sadece görmezden gelinen sayılar değil. Batılı medya kurumları Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin insani durumuyla ilgili binlerce hikâyeyi de görmezden geliyor. Bu retorik uygulamalar ve ifade tarzları, sömürge döneminden bu yana sömürgeciler tarafından hegemonyalarının devamı için kullanılıp sömürgeleştirilenlerin sesini kısmaya ve onları görünmez hale getirmeye odaklanmaktadır.
Bazı Batılı yetkililer, karşı taraf sorunluymuş ve bireysel düzeyde değil de grup ve kurumlar düzeyinde onları bir kategoriye koymak kolaymış gibi medya söylemlerinden çok kültürel söylemleri tercih ettiler. Örneğin Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Filistin direnişinin 7 Ekim’de gerçekleştirdiği operasyonu hemen “savaş suçu” olarak nitelendirirken İsrail’i aynı şekilde nitelendirip nitelendirmeyeceğine izin veriyor mu diye bakmak için kültürel dayanak noktasına başvurmak istedi.
Filistin’in söylem direnişi
Peki, 7 Ekim sonrası durum ışığında Filistinliler sömürge dönemi söyleminin yapısına nasıl direnebiliyorlar? Temel olarak “Filistin anlatısının” kaybolmamış olması, Filistin topraklarının asıl sahiplerinin kültürlerinin tarihsel gücünü ve işgal ve destekçilerinin kültüründen daha gelişmiş zengin bir kültürel mirasın olduğunu göstermektedir. Filistin anlatısı, sözümona daha üstün ve güney anlatıları yerine daha kabul edilebilir olan işgal anlatısının otoritesine karşı direnmektedir.
Ancak Filistinlilerin söylem ve anlatılarının daha tesirli siyasi bir etkiye sahip olması için iki şeye ihtiyaçları vardır. Bunlar:
Birincisi, söylemsel politikalar ve stratejiler geliştirip söylemi, Filistinlileri bir araya getirip dünya ile iletişimi sağlayan bir çerçeve olarak ele almak. Özellikle de Filistin anlatısını karıştıran ve bütün Filistinliler için kapsayıcı olmak yerine sadece Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlileri temsil edip diasporadaki ve 1948 yılında işgal edilen Filistin topraklarındaki Filistinlileri dışlayan Oslo’dan çıkan söylemlerden sonra bunun yapılması gerekiyor. Bu çerçevede söylemin, Filistinlileri ifade edip bir araya getiren manevi bir vatan olarak ele alınması lazım.
Ayrıca Filistin söyleminde çeşitli küresel gruplara açılım sağlanması ve tarihi ve toplumsal hareketlerle irtibat kurulması elzemdir. Filistin söylemleri ile ırkçılığı, ötekileştirmeyi ve yoksullaştırma politikalarını eleştiren toplumsal hareketlerin söylemleri arasında sinerjinin sağlanması gerekiyor.
Şu bir gerçek ki, sosyal medya, suçları açığa çıkararak ve Filistin meselesini kökenlerinden yeniden tartışmaya açarak işgalci gücün ve destekçilerinin söylemlerini karıştırdı. Bunun sonucunda işgalci gücün ve destekçilerinin nesnellikten, ahlaktan ve medeniyetten uzak söylemlerinin sorgulanmasına dayalı, söylem direnişi diyebileceğimiz şey şekillendi. Buradan Homi Bhabha’nın (1995) sömürgecilik karşıtı söylemin “inşası için alternatif bir dizi soru, teknik ve strateji gerektiği” düşüncesine varıyoruz.
İşgalci oluşumu destekleyen ülkelerin 7 Ekim sonrasındaki konuşmalarına karşılık, Filistinlilerin söylemlerinin ve anlatılarının arkasında daha sağlam durmaları ve bunları uluslararası düzeyde daha belirgin hale getirmeleri gerekiyor. Böylece işgalci oluşumun bir bütün olarak sorgulanmasını ve esasında işgalci gücün uluslararası sistemde yeniden ilerlemesini amaçlayan göstermelik siyasi yollara ilişkin manipülatif ve aldatıcı söylemlere direnmeyi sağlayan bir mekanizma oluşturulabilir.
Filistinlilerin söylemlerinin daha tesirli hale gelmesi için gereken ikinci faktör ise, söyleme güç, etki ve nüfuz kazandıran kurumlardır. Bu stratejinin önemi, işgal yanlılarının retorik uygulamalarına direnmenin ve bunun otorite ve kurumlarla ilişkisinin öneminde yatmaktadır. Ne yazık ki, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) gibi Filistin kurumları bu bağlamda etkili olamamaktadır.
Filistinlilerin ötekileştirilmiş ve ezilmiş grup ve azınlıkların talepleriyle dayanışması, bu hareketlerin kendi sosyal yapıları ve kurumlarıyla Filistinlilerin taleplerini benimsemesini sağlar. Hatta bu hareketler etkili olmayı başarırsa bazen devlet kurumlarını bile devreye sokabilirler.
UAD, Filistinliler için bir fırsat teşkil etmektedir. Bu, yalnızca en yüksek uluslararası yargı platformu olmasından değil, aynı zamanda Filistin söylemine kurumsal bir dayanak sağlamasından kaynaklanmaktadır. Özellikle Filistin konusunda özgürlüklerin çıtasını düşüren ve işgale yönelik eleştiri ve boykotları kısıtlayan Batılı hükümetlerin müdahalesi karşısında sivil toplum kuruluşlarına ve dayanışma hareketlerine destek sağlaması da bu anlamda önemlidir.
Dünya ile iletişim kurulması ve işgalci oluşumun şaşkınlığı
Evet, Filistinliler bunu yaptı. 75 yıldır maruz kaldıkları zulüm, dışlanma ve uluslararası toplum tarafından yaşatılan hayal kırıklığına rağmen, her kesimiyle Filistinliler, onları dünyanın merkezine koyan ve işgalci gücün ve destekçilerinin söylemlerine karşı çıkıp onlarda şaşkınlık yaratan medeniyet dili olarak insancıl hukuk ile bağını koparmamıştır.
İşgalci gücün Filistinlilerin hakkını talep eden ve onlara karşı işlenen katliamları ve ihlalleri kınayan uluslararası kurumlardan duyduğu hoşnutsuzluğu görüyoruz. Sanki Filistinliler insani standartların uygulanabileceği insani bir grup değilmiş gibi, uluslararası kurumlar işgalci oluşumun nazarında sadece kuzey için ortaya çıkmıştır, daha ötesi değil.
Birkaç gün önce Gazze Şeridi’nde kötüleşen açlığı gözler önüne süren bir video izledim. Röportaj yapılan kişiler arasında yırtık bir çadırın önünde duran Filistinli bir çocuk vardı. Elinde birisinin içine yemek koymasını beklediği boş bir kap ile yüzünden yorgunluk ve açlık okunmaktaydı. Tarih boyunca Filistinlilerin çektiği trajediyi gösteren bu ayrıntılarla çocuk, “Ülkelere dava açmak istiyoruz, ki bize un getirsinler, yiyecek versinler, Gazze Şeridi’ne yardım getirsinler” diyordu.
Burada dikkatimizi çeken şey şu ki, bu çocuk yaşadığı acı duruma rağmen ne aşırıya kaçıyor ne de canavarlaşıyor. Üzerindeki yırtık pırtık elbiseleriyle sakin ve vakur bir tavırla medeni bir üslupla dünyaya sesleniyor. İşte toprağın asıl sahiplerinin tutumu budur. İşgalci oluşum, vahşeti ve kıtlık durumunu körüklerken bu çocuk asil insani üsluba daha da tutunuyor. Batı’nın işgalci güce desteği arttıkça işgalci güç ırkçılığı, katliamı ve yıkımı daha da tırmandırıyor.
Hadis rivayetlerinde “Açlık kâfirdir” ifadesi geçer; ancak bu çocuk açlığına rağmen, Filistinlilerin 100 yıldan fazla bir süredir savunduğu prensipleri, canını yakacak olsa da “biz” aletine vuran o elin prensiplerini inkâr etmemiştir.
*Hasan Obaid, Dr, Vizyon Siyasi Kalkınma Merkezi’nde Araştırmacı.
Bu makale Aljazeera.net’de yayınlanmıştır.