Caydırıcılıktan Bölgesel Hakimiyete İsrail’in Niteliksel Üstünlük Paradigması

Niteliksel üstünlük kavramı, İsrail’in güvenlik ve siyasi stratejisinin temel dayanaklarından birini oluşturmaktadır. Bu kavram, yalnızca askerî bir araç olarak değil; hava hâkimiyeti, teknolojik üstünlük ve jeopolitik hegemonyayı bir araya getiren bütüncül bir yapı olarak ele alınmaktadır. Bu sayede İsrail, bölgede kendi egemenliğini ve operasyonel hareket serbestisini dayatma imkânı elde etmektedir.
Bununla birlikte, niteliksel üstünlük anlayışı siyasi ve diplomatik boyutlara da uzanmaktadır. Uluslararası silah anlaşmalarının denetlenmesi, ittifakların ve bölgesel normalleşme süreçlerinin yönetilmesi bu çerçevede araçsallaştırılmakta; İsrail’in niteliksel kapasitelere ilişkin tekelinin korunması, bölge ülkelerinin güç dengesini sarsabilecek ya da caydırıcılık dengesini fiilî tehditlere dönüştürebilecek savunma veya saldırı kapasiteleri geliştirmesinin engellenmesi hedeflenmektedir.
Bu bağlamda niteliksel üstünlük, salt askerî bir avantaj olmanın ötesine geçerek bölge üzerinde yapısal bir hegemonya aracına dönüşmektedir. İsrail politikaları bu çerçevede şekillenmekte, tehdit algıları ve ittifak ilişkileri bu ölçüt üzerinden değerlendirilmektedir. Amaç, ister savaş ister barış döneminde olsun, devletin sürekli üstünlüğünü ve dokunulmazlığını güvence altına almaktır; makalenin ilerleyen bölümleri bu yaklaşımı ayrıntılı biçimde ortaya koyacaktır.
İsrail’in Niteliksel Üstünlüğünün Kurucu Yapısı
İsrail, Siyonist projenin kuruluş aşamasından itibaren, 1948 yılından bu yana güvenlik ve düşünsel yapısını erken dönemde şekillendiren yapısal bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır. Siyonist liderlikte zamanla şu kanaat yerleşmiştir: Devletin varlığını sürdürmesi, geleneksel güç dengelerine dayanamaz; aksine, süreklilik arz eden bir niteliksel üstünlüğü zorunlu kılar.
Bu üstünlük, devletin bekası ve devamlılığı için temel bir dayanak olarak görülmüştür. Bu siyasal-askerî mantık, düşünsel köklerinden birini Ze’ev Jabotinsky’nin 1923 yılında kaleme aldığı The Iron Wall (Demir Duvar) makalesinde bulur. Jabotinsky, projenin korunmasının, şartlarını dayatabilecek bağımsız ve caydırıcı bir Yahudi gücünü inşa edecek “demir bir duvarı” gerektirdiğini savunmuştur. Bu yaklaşım, daha sonra David Ben-Gurion tarafından İsrail’in güvenlik doktrininin şekillendirilmesinde kurumsallaştırılmıştır.
Siyonist liderlik, sınırlı coğrafi alan, yetersiz stratejik derinlik ve nüfus ile kaynaklar bakımından kendisinden üstün bir Arap çevresi karşısında; büyük ordulara ya da uzun savunma hatlarına dayanmanın mümkün olmadığını erken dönemde idrak etmiştir. Bu durum, silah sistemlerinde, istihbaratta ve karar alma hızında niteliksel bir avantaja sahip olmayı zorunlu kılmıştır.
Amaç, asimetrik bir caydırıcılık dengesi yaratmak; rakibin üstünlük ya da sürpriz anına ulaşmasını engelleyecek belirleyici bir niteliksel kapasite tesis etmektir. Böylece güç düzeyleri arasında kalıcı bir fark yaratılarak inisiyatifin sürekli elde tutulması hedeflenmiştir. Bu bağlamda niteliksel üstünlük, İsrail’in kendisini inşa etme, sürekliliğini sağlama ve düşmanca bir bölgesel çevre içindeki konumunu belirleme anlayışını yöneten varoluşsal bir dayanak hâline gelmiştir.
İsrail güvenlik doktrininde niteliksel üstünlük mantığı, zamanla teorik bir vizyondan operasyonel bir yapıya dönüşmüş ve iki temel sütun üzerine inşa edilmiştir. Bunlardan ilki, önleyici-önalıcı bir saldırıyı mümkün kılan hava hâkimiyetidir. Bu yaklaşım, pratikte ilk kez Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında gerçekleştirilen “Moked Operasyonu” ile somutlaşmıştır.
İsrail Hava Kuvvetleri, savaşın ilk saatlerinde gerçekleştirdiği beklenmedik önleyici saldırıyla Mısır ve diğer Arap ülkelerinin hava kuvvetlerinin büyük bir bölümünü henüz devreye girmeden imha etmiş; bu hamle savaşın seyrini belirlemiş, İsrail’e tam hava üstünlüğü kazandırmış ve kara birliklerinin karşı hava tehdidi olmaksızın ilerlemesinin önünü açmıştır.
İkinci temel sütun ise nükleer kapasitelerdir. İsrail bu alanda, Dimona nükleer reaktörünün inşasıyla bağlantılı olarak “nükleer belirsizlik” (ne doğrulama ne de inkâr) politikasını benimsemiştir. Bu politika, daha sonra “Samson Seçeneği” olarak bilinen ve doğrudan varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kalınması hâlinde devreye girecek son caydırıcılık katmanını ifade eden anlayışla tamamlanmıştır.
Silah Üstünlüğünden Yapısal Üstünlüğe: Geleneksel Caydırıcılıktan Yapısal Hegemonyaya Geçiş
Önceki yapının operasyonel düzeyde ve cephelerin yönetiminde nasıl tezahür ettiğinin incelenmesi ya da niteliksel üstünlüğün teknolojik üretim, istihbarat ağları ve bölgesel ittifaklarla iç içe geçişinin izlenmesi, bu kavramın salt ileri bir askerî kapasitenin mühendisliğinden ibaret olmadığını; aksine, bölgesel güvenliğin koşullarını bizzat tanımlayan bütüncül bir stratejik yapıya dönüştüğünü ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda niteliksel üstünlük, düşmanca bir çevrede varoluşu güvence altına alan bir araç olmaktan çıkarak, başkalarının neyi yapabileceğini ve neyi yapamayacağını yeniden şekillendiren bir düzenleme (kontrol) mekanizmasına evrilmektedir.
Artık İsrail açısından mesele yalnızca belirli bir devletten kaynaklanabilecek fiilî bir tehdit değildir; asıl sorun, “tehdit potansiyelinin” kendisidir. Başka bir deyişle, herhangi bir aktörün—ister devlet ister örgüt olsun—asgari bir denge ya da direnç kapasitesi sağlayabilecek savunma sistemleri ya da saldırı yetenekleri geliştirme ihtimali, başlı başına sorunlu görülmektedir.
Bu anlamda niteliksel üstünlük, komşu ülkelerin askerî gelişim sınırlarını yeniden çizen bir çerçeveye dönüşmekte; savunma amaçlı ya da sınırlı dahi olsa, herhangi bir bağımsız kapasitenin denge yaratmasına yaklaşılmasını engellemeyi hedeflemektedir. Böylece kavram, “caydırıcı bir strateji” olmaktan çıkarak, İsrail’in bölgesel çevreye dayattığı bir “gelişim tavanı mühendisliği”ne dönüşür.
Bu mühendislik; teknolojik bilginin tekel altına alınması, Arap ve bölgesel silahlı kuvvetlerin kapasite tavanlarının belirlenmesi, devletlerin hangi tür silahlara erişebileceğinin kontrol edilmesi ve İsrail tarafından çizilen sınırları aşabilecek herhangi bir kapasite inşa girişimini önlemek üzere savunma ve saldırı silahlanma sistemlerinin gözetimi yoluyla işletilir.
Dolayısıyla niteliksel üstünlük, basit bir güç toplamı olmanın ötesine geçerek, iç içe geçmiş katmanlara dayanan bir hegemonya üretim yapısı hâline gelir. Bu yapı, aşağıdaki düzlemler üzerinden ele alınıp anlaşılabilir:
Birincisi: Hava Egemenliği ve Yukarıdan Üstünlük
İsrail’in niteliksel üstünlüğü, hava egemenliğini merkeze almadan anlaşılamaz. İsrail, hava kuvvetlerini yalnızca geleneksel bir askerî kol olarak değil, güvenliği ve hegemonyayı üreten temel ve sert bir yapı olarak görmektedir. Bu yapı aracılığıyla bölgesel alan yeniden şekillendirilmekte ve güç dengesi kalıcı biçimde İsrail lehine tutulmaktadır. Bu anlamda hava egemenliği kavramı, salt karşılık verme kapasitesinin ötesine geçerek, uçuşların hareketini, silahlanma güzergâhlarını ve çevre ülkelerin savunma kapasitelerini geliştirme imkânlarını belirleyen, bölge-üstü bir otoriteye dönüşmektedir.
Bu mantık, İsrail güvenlik doktrininin 1981’den bu yana temel sütunlarından biri olan “önleyici saldırılar”da açık biçimde ortaya çıkmıştır. Bu tarih, ilk kez “Begin Doktrini”nin pratik uygulamasının şekillendiği döneme karşılık gelir. Doktrin, bölgesel nükleer yetkinliğin önlenmesi amacıyla, düşman olarak görülen herhangi bir devletin askerî nükleer kapasite geliştirmesini engellemeyi hedeflemiştir.
Bu çerçevede İsrail, “Opera Operasyonu”nu gerçekleştirerek Irak’ın Osirak (Temmuz) nükleer reaktörünü faaliyete geçmeden önce sürpriz bir hava saldırısıyla imha etmiş ve gökyüzünü kontrol etmenin ya da hava sahasını boyunduruk altına almanın, stratejik dengeleri kontrol etmenin ön koşulu olduğu yönündeki anlayışı pekiştirmiştir.
2007’de gerçekleştirilen “Orchard (Bahçe) Operasyonu” ise bu doktrinin yapısal niteliğini daha da teyit etmiştir. İsrail, istihbarî değerlendirmeler sonucunda Suriye’nin Deyr ez-Zor bölgesindeki el-Kibar tesisini gizli bir nükleer zenginleştirme projesinin parçası olarak görmüş ve burayı hedef almıştır. O dönemde Sovyet/Rus yapımı hava savunma sistemleriyle güçlendirilmiş Suriye hava sahası, herhangi bir engelle karşılaşılmadan ihlal edilmiş; hassas istihbarat, ileri düzey hava hazırlığı ve savunma sistemlerini aşmaya yönelik elektronik karıştırma kabiliyetleriyle operasyon başarıyla tamamlanmıştır. Bu saldırı, İsrail tarafından resmen ancak 2018 yılında ilk kez kabul edilmiştir.
On yıllar ilerledikçe, İsrail’in niteliksel üstünlüğü; beşinci nesil, görünmez (stealth) savaş uçakları, elektronik harp ve gelişmiş istihbaratı bir araya getiren bütüncül bir teknolojik-operasyonel yapıya evrilmiştir. Bu çerçevede hava kuvvetleri, algılama, gizlenme, savunmaları delme ve hassas hedefleme kapasitesine sahip bir operasyonel merkeze dönüşmüştür. Bu dönüşümde F-35 savaş uçaklarının envantere alınması kritik bir eşik oluşturmuştur. İsrail, 2010 yılında bu uçaklar için ilk sözleşmeyi imzalayan ülkelerden biri olmuş; ilk iki uçak 2016’da teslim edilmiş ve 2017’nin sonuna doğru tam operasyonel kabiliyet ilan edilmiştir.
2013’ten itibaren niteliksel üstünlük, İsrail güvenlik stratejisinin temel çerçevelerinden biri olan ve “savaşlar arası mücadele” (Campaign Between Wars) olarak adlandırılan yaklaşım üzerinden sürdürülebilir bir operasyonel modele dönüşmüştür. Bu yaklaşım; kapsamlı bir savaşa gerek kalmadan önce, komşu ülkelerdeki hasımların tehdit kapasitesi olgunlaşmadan, düşük yoğunluklu fakat süreklilik arz eden önleyici saldırılar yürütmeyi ifade eder.
Söz konusu saldırılar; suikastları, hava bombardımanlarını, altyapı hedeflerinin, silah depolarının, tedarik ağlarının ve ikmal hatlarının vurulmasını kapsar. İlk aşamada bu strateji, İran ve Hizbullah’a yönelik olarak, İran kaynaklı silah sevkiyatının “denge bozucu” olduğu gerekçesiyle engellenmesine odaklanmıştır. Zamanla bu mantık, özellikle önceki rejim yapısının çöküşünün ardından, Suriye ordusunun kendisiyle etkileşimi de kapsayacak şekilde genişlemiştir.
Bu bağlamda hedef alma, yalnızca niteliksel askerî kapasiteyle sınırlı kalmamış; geleneksel silahlar, mühimmat depoları ve hatta İsrail söyleminde “potansiyel tehdit” olarak sunulan kimyasal silahlar da bu kapsamda yer almıştır. Bu stratejinin sonuçları, son on yıl boyunca Suriye’deki Hizbullah ve İran varlığına ait askerî ve lojistik altyapıyı hedef alan yüzlerce hava saldırısında somutlaşmıştır. Bu saldırılar, özellikle Ekim 2023’ten itibaren belirgin biçimde yoğunlaşmış ve İsrail’in Suriye hava sahasına girip çıkma konusunda herhangi bir engelle karşılaşmamasına dayanan yüksek operasyonel kabiliyetini yansıtmıştır.
Bu tablo, hava egemenliğinin münferit operasyonlar dizisi olarak değil, yapısal bir politika olarak uygulandığını göstermektedir. Buradaki temel amaç, İsrail’in askerî eylemlerinin maliyetini gelecekte artırabilecek herhangi bir kapasitenin—ister niteliksel ister geleneksel olsun, hatta potansiyel bir imkânlar ağı şeklinde belirsin—gelişmesini baştan engelleyen kalıcı bir bölgesel durum üretmektir.
İkincisi: Bölgesel güç tavanının denetimi
İsrail’in hava egemenliği, yalnızca gelişmiş bir hava kuvvetine sahip olmakla sınırlı değildir; aynı zamanda bölge ülkelerinin hava sahasını etkileyen saldırı ve savunma kapasitelerinden hangilerini edinebileceğini ya da geliştirebileceğini denetlemeyi de kapsar. Saldırı kapasiteleri düzeyinde İsrail, ister rakip ister ortak olsun, bölge ülkelerine tek bir mantıkla yaklaşmaktadır: asgari bir dengeleme ya da caydırıcılık sağlayabilecek hava platformları veya saldırı kabiliyetlerinin edinilmesini engellemek. Bu yaklaşımın tarihsel örnekleri mevcuttur. Nitekim İsrail, 1982’de Washington’un Ürdün’e F-16 satmasına, İsrail’in hava üstünlüğünü zedeleyeceği gerekçesiyle itiraz etmiştir.
Aynı çizgi daha sonra Mısır bağlamında da sürmüş; 2013 sonrasında Sina’daki Mısır askerî varlığı ve hareketliliği, kabul edilebilir sınırlar ve koordinasyon çerçevesinde kalması için yakından izlenmiştir. Türkiye’nin hava kabiliyetlerindeki gelişme de İsrail’in çekinceleriyle karşılaşmış; bu durum, Washington’un 2019’da Türkiye’yi F-35 programından çıkarması yönündeki kararda İsrail’in etkisiyle somutlaşmıştır. Bu mantık günümüzde de sürmektedir: İsrail, Kasım 2025’te Suudi Arabistan’a F-35 satılmasına, uçakların ileri özelliklerinde değişiklik yapılmadığı sürece karşı çıkmıştır.
Savunma kapasiteleri düzeyinde ise İsrail, bölgedeki herhangi bir etkili savunma gelişimini “çifte tehdit” olarak görmektedir. Bu tehdit yalnızca İsrail hava kuvvetlerinin hareket serbestisini kısıtlamakla sınırlı değildir; aynı zamanda bölge ülkelerinin muhtemel bir saldırıyı püskürtmesini ve İsrail gücü karşısındaki yapısal yetersizlik farkını azaltmasını da mümkün kılar. Bu nedenle İsrail, 1980’lerde Ürdün’e Hawk hava savunma füzelerinin satılmasına, İsrail hava kuvvetlerinin kabiliyetlerini sınırlayacağı gerekçesiyle itiraz etmiştir.
Benzer biçimde Suudi Arabistan’a AWACS uçaklarının satışına karşı çıkmış; anlaşmanın, niteliksel üstünlük dengesini koruyacak şekilde değiştirilmesini sağlamıştır. Aynı bağlamda İsrail, 2014’te Mısır’ın Rus yapımı S-300 hava savunma sistemlerini satın almasını Doğu Akdeniz ve Sina üzerindeki İsrail hava sahası açısından tehdit olarak değerlendirmiş; 2019’da Türkiye’nin S-400 sistemini tedarik etmesine de itiraz etmiştir.
Bu çerçevede, hava egemenliğinin İsrail’in niteliksel üstünlüğünün özü ve ağırlık merkezi olduğu görülmektedir. Bu durum, yalnızca ileri kabiliyetlere sahip olmanın sonucu değil; bölgesel hava sahasını sürekli biçimde denetleme, İsrail’in hareket serbestisini kısıtlayabilecek ya da askerî eylemlerinin maliyetini yükseltebilecek herhangi bir saldırı ya da savunma kapasitesinin ortaya çıkmasını engelleme pratiğidir.
Dolayısıyla komşu ülkelerin hava kapasiteleri, bağımsız egemenlik unsurları olarak değil; İsrail’in tekelinde tutmak istediği hava kontrolünü aşındırabilecek her türlü ihtimali baştan sınırlandıran bir “üst sınır” içinde tutulması gereken değişkenler olarak okunmaktadır.
Üçüncüsü: Niteliksel üstünlüğün uluslararası siyaset yoluyla tahkim edilmesi
İsrail’in niteliksel üstünlüğü, yalnızca askerî ve teknolojik boyutlarla sınırlı kalmamış; aynı zamanda uluslararası ve diplomatik çerçevede kurumsal bir stratejik avantaja dönüştürülmüştür. Bu süreç iki tamamlayıcı hat üzerinden ilerlemiştir. İlki, Washington’un sürekli siyasi desteği ve ABD hukukî çerçevesi aracılığıyla İsrail’in niteliksel kabiliyetlerine kalıcı ve kurumsal bir “hak” statüsü kazandırılmasıdır. İkincisi ise Orta Doğu’daki kilit ülkelerle kurulan bölgesel ittifaklar ve normalleşme (tatsbî‘) süreçleri üzerinden, İsrail’in operasyonel niteliksel kapasitesinden ödün vermeksizin diplomatik koruma alanının genişletilmesidir.
Bir yandan İsrail’in niteliksel askerî üstünlüğü, ABD mevzuatına açık biçimde dâhil edilmiştir. Buna göre Orta Doğu ülkelerine yapılacak her türlü silah satışı, İsrail’in niteliksel üstünlüğü üzerindeki etkisi açısından değerlendirmeye tabi kılınmış; herhangi bir satışın onaylanmasından önce İsrail lehine güç dengesinin korunması şart koşulmuştur. Bunun en belirgin örnekleri 2008 tarihli Naval Vessel Transfer Act ile Silah İhracatı Kontrol Yasası (AECA)’dır.
Bu düzenlemeler, İsrail hariç bölge ülkelerine yapılacak ileri düzey silah satışlarının, İsrail’in niteliksel üstünlüğünü zayıflatmayacağına dair Kongre’ye sunulacak ön değerlendirme raporuna bağlanmasını zorunlu kılmıştır. Böylece İsrail’e, “kalıcı niteliksel üstünlük hakkı”nı güvence altına alan siyasal-hukukî bir zemin sağlanmış; özellikle hava ve savunma sistemleri gibi kritik alanlardaki silah satışları, gözden geçirme, değiştirme, erteleme ya da iptal riskine açık hâle getirilmiştir.
Öte yandan İsrail, “İbrahimî normalleşme” sürecini de niteliksel üstünlüğünü pekiştiren stratejik bir araç olarak kullanmıştır. Bu ilişkiler diplomatik ve ekonomik boyutla sınırlı kalmamış; güvenlik, istihbarat ve teknik alanlarda iş birliğini de içermiş, İsrailli savunma şirketleri ile Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere bölgesel aktörler arasında mutabakatlar imzalanmıştır. Ancak İsrail, bu iş birliği kanallarını açarken, Arap ülkelerinin ileri teknolojiye erişimini bilinçli biçimde sınırlı tutmuştur.
Nitekim 2020’de normalleşme anlaşmasının ardından BAE’ye F-35 satışı gündeme geldiğinde, İsrail bu satışa itiraz etmiş; uçakların İsrail versiyonu ile eşdeğer kabiliyetlere sahip olmaması yönünde teknik ve siyasi koşullar ileri sürmüştür. Bu tutum, normalleşmiş ülkelerle dahi yapılacak her türlü silah satışı veya askerî iş birliğinin, İsrail’in güç dengesi üzerindeki etkisi açısından sıkı denetim ve kısıtlamalara tabi olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Benzer şekilde Suudi Arabistan’ın sivil nükleer programı da bu yaklaşımın devamı niteliğindedir. Washington başlangıçta bu dosyayı İsrail ile normalleşme şartına bağlamış; İsrail ise uranyum zenginleştirme gibi yerel ve gelecekte stratejik sonuçlar doğurabilecek adımları engelleyecek sıkı uluslararası denetimlerde ısrar etmiştir. Böylece normalleşme ve bölgesel ittifaklar, İsrail açısından çift yönlü bir işlev görmüştür: bir yandan istihbarat ve teknoloji alanlarında iş birliğini genişletirken, diğer yandan niteliksel askerî üstünlüğünün paylaşılmasını veya aşındırılmasını engelleyen bir çerçeve tesis etmiştir.
Bu anlamda niteliksel üstünlük ne zayıflatılmış ne de paylaşılmış; aksine İsrail’i bölgesel güvenlik mimarisinin merkezine yerleştiren bir ittifaklar sistemi içinde kurumsallaştırılmıştır. Diğer bölge ülkeleri ise, ileri askerî ve stratejik kapasiteler bakımından, açık ve sıkı sınırlarla tanımlanmış bir imkânlar çerçevesi içinde tutulmuştur.
Hegemonya Olarak Denge: Ekim 2023 Sonrası “Dengeyi Ortadan Kaldırma” Mantığı
Yukarıda ele alınan İsrail uygulama ve politikalarının yansıttığı “dengeyi ortadan kaldırma” mantığı, bizi İsrail güvenlik düşüncesinde dengenin mahiyetine ilişkin eleştirel bir sorgulamaya götürmektedir. Zira bu çerçeve, İsrail zihniyetinin bölgesel güç değerlendirmesini, klasik denge anlayışından bütünüyle farklı bir ilkeye dayandırdığını ortaya koymaktadır.
Buna göre, bölgede herhangi bir devletin ya da örgütün—müttefik dahi olsa—savunma veya taarruz kapasitesinde kaydettiği her türlü gelişme, İsrail’in niteliksel üstünlük dengesine doğrudan bir tehdit olarak algılanmakta ve bu nedenle “denge bozucu” şeklinde sınıflandırılmaktadır. Bu yaklaşım, İsrail’in savunma ve saldırı silahlarında sahip olduğu niteliksel tekel gerçeğine rağmen sürdürülmektedir.
Bu mantık çerçevesinde “denge”, güçlerin ya da kaynakların görece bir karşılıklılığı anlamına gelmemekte; aksine İsrail’i mutlak karar ve kontrol merkezine yerleştiren bir hegemonya dengesine işaret etmektedir. İsrail, bu denklem içinde bölgede hangi güç düzeylerinin “kabul edilebilir” olduğunu tek taraflı olarak tanımlamaktadır.
Ortaya çıkan zihinsel ve stratejik yapı, gücü yalnızca uçak, füze veya savunma sistemlerinin sayısıyla değil; esas olarak serbest hareket edebilme kapasitesi ve bölgesel alanı İsrail tarafından belirlenen kurallara tâbi kılma yeteneği üzerinden tanımlamaktadır. Bu nedenle, komşu herhangi bir devletin savunma ya da saldırı kapasitesi—sınırlı veya savunma amaçlı dahi olsa—nispi bir özerklik veya caydırıcılık sağlayabilecek noktaya yaklaştığında, otomatik olarak “dengeyi bozan” bir unsur olarak görülmektedir.
Bu yaklaşımda örneğin Arap ülkelerinin beşinci nesil savaş uçaklarına sahip olması, İsrail açısından “ortak bir hava sahası” ihtimalini gündeme getirmekte; bu da “tamamen İsrail’e ait bir gökyüzü” anlayışına aykırı görülmektedir. Benzer biçimde gelişmiş hava savunma sistemleri, teknik ilerlemenin veya ulusal egemenlik ve güvenliğin doğal bir gereği olarak değil; İsrail’in bölgesel hava sahası üzerindeki fiilî egemenliğine yönelik doğrudan bir tehdit olarak değerlendirilmektedir.
Bu tutum, bölge ülkelerinin karşı karşıya olduğu çok boyutlu tehditler ve her birinin özgül güvenlik ihtiyaçları dikkate alınmaksızın, İsrail merkezli bir güvenlik algısının dayatıldığını göstermektedir.
Pratik düzeyde bu ilke, Ekim 2023’ten itibaren özellikle Mısır ve Türkiye’ye yönelik İsrail siyasi ve diplomatik söyleminde belirgin bir sertleşme olarak tezahür etmiştir. Yabancı silah anlaşmaları yoluyla gerçekleştirilen her türlü askerî modernizasyon—ister taarruz ister savunma amaçlı olsun—İsrail tarafından stratejik bir zarar ve niteliksel üstünlüğüne yönelik doğrudan bir tehdit şeklinde sunulmaktadır.
Bu bağlamda İsrail, 2025 yılında Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarını edinmesine karşı çıkmış; yakın dönemde Türkiye ile Avrupa arasında gündeme gelen Eurofighter Typhoon anlaşmasının bölgesel güç dengesini değiştirebileceği uyarısında bulunmuştur.
Aynı yıl boyunca Mısır’ın hava gücündeki gelişmeler de İsrail söyleminde yoğun biçimde hedef alınmıştır. Fransa’dan Rafale savaş uçaklarının teslim alınması, Avrupa menşeli Meteor füzelerinin tedariki ve Güney Kore’den FA-50 uçaklarına yaklaşılması, İsrail tarafından Mısır’a ileri düzey bir muharip kapasite kazandırabilecek adımlar olarak değerlendirilmiş ve hava sahasındaki İsrail niteliksel üstünlüğünü sarsabilecek gelişmeler şeklinde sunulmuştur.
Bununla bağlantılı olarak İsrail, Mısır ordusunun sahip olduğu kapsamlı silah sistemleri ve gelişmiş kara kuvvetleri nedeniyle potansiyel bir güvenlik tehdidine dönüşebileceği yönünde uyarılarda da bulunmuştur.
Bu tablo, İsrail güvenlik aklında “denge”nin karşılıklılık değil, hegemonik kontrol anlamına geldiğini; Ekim 2023 sonrasında ise bu anlayışın daha açık ve sert biçimde uygulanmaya başlandığını ortaya koymaktadır.
Buna ek olarak, İran’a karşı yürütülen “Yükselen Aslan” operasyonu, İsrail’in tehdidi yalnızca nükleer silahlarla sınırlı görmediğini; İran’ın İsrail’e karşı potansiyel bir stratejik darbe yöneltebilmesini mümkün kılacak her türlü uzun menzilli saldırı kapasitesini de aynı ölçüde tehdit olarak değerlendirdiğini ortaya koymaktadır.
Nitekim Haziran 2025’teki saldırıların temel hedeflerinden biri, İran’ın balistik füze altyapısının zayıflatılması olmuştur. Bu husus özel bir önem taşımaktadır; zira İran, kendisini koruyabilecek nitelikte başka ileri askerî kapasitelere fiilen sahip değildir. Füze ve insansız hava araçları, İran’ın caydırıcılık ve savunma kabiliyetinin omurgasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu kapasitelere yönelik her darbe, pratikte İran’ın İsrail karşısındaki stratejik savunma yeteneğinin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.
Bu yaklaşım, İsrail’in Washington’dan, Tahran ile yürütülen nükleer müzakerelerin kapsamının balistik füze programını da içerecek şekilde genişletilmesi yönündeki taleplerinde de açıkça görülmektedir. Böylelikle İran’ın savunma imkânları doğrudan zayıflatılmakta ve İsrail’in, olası her türlü tehdide karşı tek taraflı niteliksel üstünlüğü garanti altına alınmaktadır.
Benzer şekilde, Suriye’de rejimin çöküşünün hemen ardından İsrail’in “Bashan Oku” operasyonu kapsamında hızlı bir şekilde harekete geçmesi ve Suriye silah sistemini yüzlerce kez hedef alarak imha etmesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu saldırıların bir bölümünün İran’ın derinliklerine yönelik operasyonlarla eş zamanlı yürütülmesi, İsrail’in hava egemenliğinin özünde “operasyonel hareket serbestisi” fikrine dayandığını göstermektedir. Bu serbesti, İsrail’in uzak menzilli saldırılar düzenleyebilmesini, İran gibi farklı ülkelerin coğrafi derinliklerini hedef alabilmesini ve komşu ülkelerin hava sahalarını—onay ya da karşı caydırıcılık kapasitesi olmaksızın—kullanabilmesini ifade etmektedir.
İsrail, bu hareket özgürlüğüne dayanarak İran’dan Lübnan’a uzanan ikmal hatlarını Suriye üzerinden denetlemekte, Kızıldeniz’de operasyonlar gerçekleştirmekte ve karmaşık bölgesel hava savunma sistemleri kurulmadıkça etkisizleştirilemeyecek sınır aşan bir gözetleme ve istihbarat ağı geliştirmektedir. Tam da bu nedenle İsrail, bölgesel ölçekte bütünleşik ve etkili hava savunma yapılarının ortaya çıkmasını her türlü araçla engellemeye çalışmakta; hava sahasını gelecekteki İsrail müdahalelerine açık tutmayı stratejik bir öncelik olarak görmektedir.
Bütün bu unsurlar, “dengeyi ortadan kaldırma” ilkesinin somut bir tezahürü olarak, niteliksel üstünlüğün bölgeyi denetleme, hegemonya kurma ve olası her türlü denge arayışını İsrail lehine yeniden mühendislikten geçirme amacıyla kullanılan kapsamlı bir stratejik araç hâline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Sonuç
Ortaya çıkan veriler, İsrail’in niteliksel üstünlüğünün —hava, istihbarat ve nükleer boyutlarıyla— onlarca yıl boyunca bütüncül ve uzun vadeli bir stratejik vizyon çerçevesinde inşa edildiğini göstermektedir. Bu vizyon, radikal kuramsal düşünce ile pratik uygulamayı bir araya getirerek, tek bir güvenlik mimarisi içinde birbirini tamamlayan unsurlar üretmiş; İsrail’e hem varlığını sürdürme hem de askerî ve siyasî alanda sonuç alma kapasitesi kazandırmıştır.
Bu bağlamda niteliksel üstünlük artık yalnızca caydırıcılığa yönelik bir stratejik rezerv olarak değil, bölgesel güvenlik ortamını yeniden şekillendirmeye hizmet eden operasyonel bir araç olarak ele alınmaktadır. Önleyici engelleme, tekrarlanan hava müdahaleleri ve devletlerin ya da silahlı grupların askerî gelişim halkalarını fiilî bir tehdide dönüşmeden önce kırmaya yönelik uygulamalar, İsrail’le sınırlı da olsa herhangi bir denge ihtimalinin ortaya çıkmasını engelleyen “sabit bir bölgesel tavan” üretmeyi amaçlamaktadır.
Tarihsel ve güncel pratikler, İsrail’in potansiyel tehditleri fiilî tehditlerle aynı kararlılıkla ele aldığını da ortaya koymaktadır. Tehdit algısı, yalnızca silah türü ya da miktarıyla sınırlı olmayıp, İsrail hegemonyasını zayıflatabilecek her türlü olası kapasiteyi kapsamaktadır. Zaman içinde biriken bu uygulamalar sonucunda niteliksel üstünlük, bölgedeki güç dağılımını belirleyen siyasal-bölgesel bir yapıya dönüşmüştür.
Gelişmiş askerî teknolojinin tekelleştirilmesi, Arap ordularının modernizasyon süreçlerinin denetim altında tutulması ve silah satışlarına getirilen koşullar, tamamı aynı hedefe yönelen bu yapının ürünleridir: İsrail üstünlüğünün kurumsallaştırılması ve kalıcı hâle getirilmesi.
Bu anlamda niteliksel üstünlük, İsrail’in çevresiyle ilişkilerini yönlendiren kurucu bir ilke işlevi görmektedir. İster doğrudan rakipler ister güvenlik düzenlemeleri çerçevesinde ortaklar söz konusu olsun, bu ilke diğer devletlerin askerî egemenliğinin sınırlarını fiilen belirlemekte ve bölgeyi, dengelerin tek bir merkezden yönetildiği bir güvenlik alanına dönüştürmektedir.



