Uluslararası İlişkilerde Yeni Amerikan Yaklaşımı

Ahmed Atawna*
ABD Başkanı Donald Trump ve onun yönetimi ile politikaları hakkındaki tartışmalar, göreve başladığı günden bu yana durmaksızın devam etmektedir. Tartışmalar yalnızca onun öngörülemez kişiliği ve çevresini büyük ölçüde iş insanlarından oluşturmuş olmasıyla sınırlı kalmamaktadır.
Trump’ın hükümet ve diplomatik görevlerde atadığı kişilerin sayısının on üçten fazla milyarderi bulduğu tahmin edilmektedir. Bu kişilerin çoğu dini ve siyasi açıdan ideolojik bir duruşa sahiptir. Tartışmalar, yalnızca bu isimlerin atanmasıyla sınırlı kalmayıp, başkanın ve ekibinin uluslararası ilişkileri yönetme tarzının uluslararası sistem üzerindeki etkilerine kadar uzanmaktadır. Bu yeni yaklaşımın mevcut uluslararası düzeni çözülmeye götürüp götürmeyeceği, onun yapısını, ittifaklarını ve yerleşik kurallarını köklü biçimde değiştirip değiştirmeyeceği konusu gündeme gelmektedir.
“Trumpçılık” belki de uluslararası ilişkilerde geleneksel ana akım kuram ve okullardan farklı, yeni bir okul ya da teori olarak ortaya çıkabilir. Ancak bu yaklaşım, sadece ABD’nin müttefikler ve düşmanlar karşısında güç ve konumunu pekiştirmeyi amaçlayan yeni bir yönetim tarzı olarak kalabilir; uluslararası düzenin köklü kurum ve dengelerinde esaslı bir değişiklik yaratmayabilir. Bu konudaki kesin sonuçları ise yakın gelecek gösterecektir; çünkü Trump yönetiminin bugüne kadar attığı adımlar ve aldığı tutumlar oldukça büyük çaplı olmuş ve uluslararası çevrede etkili birçok ülkeyi doğrudan ilgilendirmiştir.
Bununla birlikte, bu “ekol”ün doğasını ve özelliklerini anlamak büyük önem taşımaktadır. Çünkü dünyanın bir numaralı gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, özellikle Orta Doğu ve Arap meseleleri başta olmak üzere, küresel meseleler üzerinde büyük bir nüfuzu ve etkisi bulunmaktadır.
Yeni Yaklaşımın Temel Özellikleri:
1- Önce Para:
ABD Başkanı ve ekibi, uluslararası ilişkilerinde paranın birinci öncelik olduğunu açıkça gizlememektedir. Amerikan ekonomisinin desteklenmesi, ilişkilerin kurulmasında temel unsur olarak görülmekte, ülkelerin tutum ve konumlarından bağımsız bir şekilde değerlendirme yapılmaktadır. Bu nedenle, tarihsel olarak ABD’nin müttefiki sayılan ülkeler bile bugün, mümkün olan en fazla parayı elde etmeyi amaçlayan ekonomik bir savaşın hedefi hâline gelmiştir.
Hiçbir ülke bu durumun dışında tutulmamaktadır. Örneğin Japonya Başbakanı, önümüzdeki dört yıl içinde ABD’ye bir trilyon dolarlık yatırım yapma sözü vermek zorunda kalmıştır.
Bu yaklaşım, Avrupa Birliği, Kanada ve Trump’ın doğrudan gümrük tarifeleri konusunda çatışmaya girdiği diğer ülkeler için de geçerlidir.
Aynı zamanda Trump sadece müttefikleriyle ekonomik savaş başlatmakla yetinmemekte, aynı ekonomik gerekçelerle Ukrayna’daki savaşı sonlandırmak, ülkenin yer altı kaynaklarını kontrol etmek ve Rusya ile – önceki Amerikan yönetimleri ve Avrupalı devletler tarafından düşman ve saldırgan olarak görülen – enerji sektöründe büyük ticari anlaşmalar yapmak istemektedir.
2- Güç Yoluyla Barış:
Bu ilke Amerikan dış politikasında yeni değildir; daha önce Ronald Reagan gibi birçok ABD başkanı tarafından da kullanılmıştır. Amaç, ABD’nin askeri ve ekonomik anlamdaki üstünlüğüne ve gücüne mümkün olan en yüksek düzeyde yatırım yaparak, diğer ülkeleri boyun eğmeye ve Amerika’nın “barış” olarak tanımladığı şeyi kabul etmeye zorlamaktır.
Ukrayna ve Filistin meselelerindeki Amerikan tutumu, bu ilkenin uygulandığı örneklerdendir. Her iki dosyada da ABD, sahip olduğu güç ve nüfuz üzerinden adil olmayan çözümleri dayatma girişiminde bulunmuştur.
Filistin bağlamında, Başkan Trump bu yaklaşıma dayanarak Filistin meselesini tasfiye etmek ve bölge ülkelerini bu sürece dahil olmaya zorlamak istemektedir. Bu düşünceler, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun “caydırıcılık temelli barış” yaklaşımıyla örtüşmektedir. Bu yaklaşım, İsrail’in bölgedeki tüm ülkelere karşı caydırıcı gücü sayesinde barışı sürdürebileceği fikrine dayanmaktadır.
Bu ilke, ulusal hakları, özgürlük mücadelelerinin meşruiyetini, halkların bağımsızlık, kendi kaderini tayin, özgürlük ve onur gibi evrensel değerlerini görmezden gelmektedir.
3- Başkanın Kişisel Özelliklerine Yatırım Yapmak:
Bu yaklaşım, özellikle Amerikan başkanının kişisel performansına dayanmaktadır. Başkan, dünyanın en güçlü devletinin lideri olmanın verdiği özgüvenle, neredeyse her gün medyada yüksek tonda, zaman zaman mantıksız görünen açıklamalar ve tutumlarla yer almakta; bunu da bir strateji olarak kullanmaktadır.
Trump sık sık dünyaya bu gücün farkında olunması gerektiğini hatırlatmakta ve bu konumu kullanarak muhataplarına karşı zaman zaman aşağılayıcı, korku ve kafa karışıklığı yaratıcı bir üslup benimsemektedir. Böylece, kendi “siyasi, güvenlik ve ekonomik” ekiplerinin sahada daha rahat hareket edebileceği bir siyasi atmosfer yaratmayı hedeflemektedir.
Bu durum, Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky gibi birçok liderle ilişkilerinde açıkça görülmüştür. Pek çok kişi, Trump’ın Zelensky ile Oval Ofis’teki görüşmesinde sergilediği tutumun kasıtlı olduğunu ve baskı kurmayı amaçladığını düşünmektedir. Aynı şekilde, Gazze’den Filistinlilerin zorla göç ettirilmesi gerektiğini ve bu insanların bir kısmının Ürdün ve Mısır’a gönderilmesini açıkça dile getirmesiyle Arap liderleri de şaşırtmıştır. Benzer yaklaşımları Avrupa, Kanada, Meksika ve başka ülkelerle olan ilişkilerinde de göstermiştir.
4- Değerlere ve İlkelere Yer Yok:
Bu yaklaşımda, diğer aktörlerle ilişkilerde ne etik değerlere, ne ahlaka, ne de diplomatik nezakete önem verilmektedir. Bu politika, özellikle Arap ve İslam dünyasına karşı üstünlükçü, sağ ideolojik bir yaklaşımla yüklüdür ve Siyonist yapıya (İsrail’e) karşı aşırı bir tarafgirlik göstermektedir.
Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı, toprak egemenliği, özgürlük gibi evrensel değerler göz ardı edilmektedir. Bu durum Ukrayna, Filistin, Kanada, Grönland ve başka ülkelerdeki tutumlarda açıkça görülmüştür.
Sadece dış politika ile sınırlı kalmamış, iç politikada da kendini göstermiştir. Yasa dışı göçmenlere yönelik sert uygulamalar, Filistin davasını destekleyenlere, insan hakları savunucularına, ifade özgürlüğü yanlılarına ve çevre konularına duyarlılık gösterenlere karşı da baskıcı politikalar izlenmiştir.
5- Önce Amerika, Müttefiklere Gerek Yok:
Bu yaklaşımda, kalıcı müttefikler ya da ilkesel düşmanlar yoktur. Değerler, ilkeler ya da siyasi projeler değil; ekonomik çıkarlar, ABD’ye akan para miktarı ve yönetimin yapabileceği anlaşmaların hacmi, ilişkilerin belirleyici kriterleridir.
“Önce Amerika” (America First) ilkesi doğrultusunda, ABD’nin çıkarları her şeyin önünde gelmektedir. Bu nedenle, Trump yönetimi Rusya ve Kuzey Kore gibi ülkelerle ilişkilerinde, geleneksel müttefiklerin görüşlerini dikkate almadan hareket edebilmektedir.
Bu anlayışa göre, ABD kimsenin gerçek müttefiki değildir; aksine, bir tür güvenlik ve askeri hizmet şirketi gibi çalışır – karşılığında bedel bekleyen bir güçtür. Bu nedenle, kimsenin ABD’ye değerler, ilkeler ya da fikirler temelinde dayanarak güvenmemesi gerektiği mesajı verilmektedir.
6- Yayılmacılık:
Bu yaklaşımın en tehlikeli özelliklerinden biri de doğrudan yayılmacı bir eğilim taşımasıdır. Sadece askeri ve ekonomik hâkimiyetle yetinmeyen, fiili coğrafi genişlemeyi hedefleyen bir strateji söz konusudur.
Kanada gibi egemen bir devletin, ya da Danimarka’ya bağlı Grönland gibi bir bölgenin hedef alınması, bu yayılmacı planların ciddiyetini göstermektedir. Kanada’nın 51. eyalet yapılması yönündeki söylemler veya Grönland’ın kontrol altına alınması arzusu, ABD’nin askeri ve siyasi nüfuzunu klasik bir emperyal genişlemeye dönüştürme isteğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu durum, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası benimsediği sistemden uzaklaşarak, ekonomik, güvenlik ve askeri hedefler uğruna klasik bir sömürgeci-emperyalist davranış modeline yöneldiği anlamına gelmektedir. Böyle bir eğilim, uluslararası sistemin yapısında köklü değişimlere yol açabilir; özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan mevcut düzende.
Bu yeni ilkelerin başarısı, dünyadaki birçok aktörün – özellikle askeri ve ekonomik kapasitesi yüksek ülkelerin – bu politikalara nasıl tepki vereceğine ve halkların haklı davalarına, uluslararası hukukla güvence altına alınmış meşru haklarına nasıl sahip çıkacaklarına bağlıdır.
Ayrıca bu stratejilerin başarısı, büyük ölçüde Amerikan başkanının siyasi, mali, askeri ve güvenlik kurumları – yani derin devlet olarak adlandırılan yapı – üzerindeki kontrol gücüne de bağlıdır. Zira bu yapılar Trump’ın önceki döneminde, özellikle Orta Doğu’daki bazı dış politika dosyalarında, onun politikalarını sınırlamayı başarmışlardır.
Ancak Trump ve ekibi bu kez bu politikaları hayata geçirmeyi başarırsa, dünya; kuralları, ilişkileri ve güç dengeleri tamamen farklı olan, yeni ve büyük dönüşümlere gebe bir dönemece girebilir.
*Dr, Vizyon Siyasi Kalkınma Merkezi Genel Müdürü
Bu makale Aljazeera.net’de yayınlanmıştır.