İsrail’in Türkiye’nin Artan Nüfuzuna Yönelik Kaygısı

Saher Ghazawi

Giriş

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler, özellikle 8 Aralık 2024’te Suriye’de Baas rejiminin düşmesinden sonra, Orta Doğu’daki süregelen gerginlikler ile bölgesel ve uluslararası gelişmeler nedeniyle ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye-İsrail ilişkileri, tarihi ve kültürel unsurlar ile iç içe geçmiş jeopolitik çıkarlar nedeniyle sürekli dalgalanmalar yaşamıştır. Yakınlaşma ve gerginlikler arasında gidip gelen bu ilişkiler, 7 Ekim 2023’teki “Aksa Tufanı” operasyonu ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ardından belirgin bir gerileme yaşadı. Bu gelişmeler, Türkiye ile İsrail arasında resmi görüşmelerin yapılmasından sadece birkaç gün sonra meydana geldi ve ilişkilerin iyileşme sürecinde ileri bir aşamaya ulaştığı bir dönemde yaşandı.

Suriye rejiminin düşmesiyle birlikte İsrail’de, özellikle Türkiye’nin Suriye muhalefetinin desteklenmesinde ve rejimin devrilmesi sürecinde rol oynamış olması nedeniyle, Türkiye’nin bölgede artan etkisinden duyulan endişeyi dile getiren tartışmalar ve iddialar artmıştır. Bu bağlamda İsrail, Türkiye’nin örneğin İran gibi bir nükleer programa sahip olmaması, Filistin’i özgürleştirme ve Siyonist varlığı sonlandırma söylemini benimsememesi ve bölgedeki müttefiklerinin, ister devlet olsun ister silahlı grup, İsrail’e karşı “direniş ekseni” gibi düşmanca bir eyleme girişmemesi gibi gerçeklere rağmen, Türkiye’nin İsrail’in ulusal güvenliğine bir tehdit haline geldiğini iddia ederek, Türkiye’ye ve bizzat Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik korkularını dile getirmektedir. Burada vurgulanması gereken önemli nokta, İsrail’in Türkiye’ye yönelik mevcut siyasi ve medya söyleminin, sahadaki gerçeklerle tutarlı olmadığı ve Esed rejiminin düşmesi ile Lübnan, Filistin ve genel olarak bölgedeki direniş hareketlerinin aldığı darbelerin arka planında İran’ın bölgedeki etkisinin azalmasıyla birlikte ortaya çıktığıdır.

Bu rapor, İsrail’in Suriye’deki Türk etkisini sınırlamak için kullanabileceği araçlara ek olarak, mevcut aşamada İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerdeki gelişmelerin farklı boyutlarını ve beklenen yansımalarını ele alarak, Türk nüfuzunun artması ve “İsrail güvenliğine yönelik tehlikesi” hakkındaki tüm İsrail okumalarını ve propagandalarını gözden geçirmektedir.

Bölgedeki Türk Nüfuzunun Artışı        

İsrail’in öncelikli hedefi, hiçbir rakibe izin vermeden bölgedeki tek hâkim güç olmaktır, çünkü bu hakimiyet için kendisiyle rekabet eden her gücü potansiyel bir düşman olarak görmektedir.

Bu nedenle, İsrail, Orta Doğu’daki stratejik bölgelerde Türkiye’nin artan etkisi ve rolünden, bölgedeki güç dengesini tehdit ettiğini düşündüğü için giderek daha fazla endişe duymaktadır. İsrailli okumalara göre Türkiye; Suriye, Irak ve Libya’daki operasyonlarında askeri gücünü daha etkili bir şekilde kullanmakta ve askeri müdahaleler veya ekonomik bağlarını güçlendirme yoluyla bir müttefik ve destekçi ağı kurmaya çalışmaktadır. Bu da Türkiye’nin bölgedeki rolünü, İsrail de dahil olmak üzere diğer güçlerin aleyhine güçlendirebilir.

Bu doğrultuda İsrail, Türkiye’nin Suriye’de artan nüfuzundan duyduğu rahatsızlığı gizlemiyor. Esed rejiminin düşmesinin Ortadoğu’daki güçler haritasını yeniden şekillendirebileceğini ve Türkiye’nin kendisiyle çatışabilecek bölgesel bir oyuncu olarak geri dönebileceğini düşünen İsrail, Türkiye’nin artan bölgesel rolünün, gerek Türk güçlerini Suriye’ye taşıyarak gerekse düşman silahlı grupları destekleyerek kendi güvenliği için “stratejik bir tehdit” oluşturduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların ortasında İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar Şam’daki yeni hükümeti “terörist bir çete” ve “İslamcı bir rejim” olarak tanımlarken, İsrailli siyasetçiler ve askeri komutanlar da Türkiye’den doğrudan ya da düşman grupları finanse etmesi yoluyla gelebilecek bir tehdit konusunda uyarıda bulundular. Bu bağlamda İsrail, Türkiye’nin Hamas gibi Türkiye ile iyi ilişkileri olan İslamcı gruplara verdiği desteğe atıfta bulunuyor.

Bu bağlamda, İsrail’e ait bir okuma, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Şii direniş ekseni”nin yerini alacak bir “radikal Sünni eksen” olarak siyasal İslam hareketleriyle ilişkilerini güçlendirerek “Osmanlı İmparatorluğu modeli”ni yeniden canlandırmaya çalışacağı yönündeki korkuları dile getirmektedir. Şu bir gerçektir ki, Türk emperyalizmi ve “Yeni Osmanlı İmparatorluğu” fikrinin desteklenmesine ilişkin bu İsrail ve Batı okumaları ile “fantezileri”, bölgeyi ve Türkiye’nin kendisini saran tüm bağlamları, dönüşümleri ve değişimleri göz ardı eden okumalardır. Dahası, Türk hareketlerinin önemli bir yönü, Ermenistan karşısında Azerbaycan’a verilen Türk ve İsrail desteği gibi İsrail çıkarlarıyla örtüşse de, Türkiye’nin bölgesel hareketlerindeki ve ilişkilerindeki düşüncelerini ve çıkarlarını anlamak için nesnel bir okuma sunmamaktadır.

Kürt Meselesi

İsrail’in, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt silahlı gruplarını desteklemeye yönelik olası hamlelerine dair raporlar artıyor. Özellikle, Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu güçlerinin, SDG’nin hakimiyetindeki Özerk Yönetim’e karşı askeri bir operasyona girişme olasılığının artmasıyla birlikte, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) İsrail’den yardım talebinde bulunduğuna dair raporlar gündeme geliyor.

İsrail güvenlik teşkilatı, bu taleplerle nasıl başa çıkılacağına dair çalışmalar yapmakta ve müdahalenin, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt silahlı örgütlerinin varlığına karşı çıkan ve onlara karşı askeri bir operasyon gerçekleştirmeye kararlı görünen Türkiye ile gerilimi arttırabileceği uyarısında bulunmaktadır. Bu bağlamda bazı İsrailli yetkililer açıklamalarda bulundu, Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar, “Suriye’deki Kürt güçleri Batı yanlısıdır ve biz onların yanında durmalıyız” dedi. Bu sözlerin amacı ABD’ye bölgede kalması için baskı yapmaktı çünkü İsrail’in özellikle İran ve Lübnan arasındaki “kara yolu bağlantısını kesmek” için ABD güçlerinin orada kalmasında çıkarı söz konusudur. Ortamın karmaşıklığı ve Türkiye ile gerilimin tırmanması korkusu göz önüne alındığında, bu durum İsrail’in bu karmaşık durumla nasıl başa çıkacağı konusunda soru işaretleri yaratıyor. ABD’nin bölgeden olası çekilmesiyle Türkiye’nin, İsrail’in “güvenliği” için hassas olduğunu iddia ettiği Suriye’nin güneyindeki askeri varlığını güçlendirmek için kullanabileceği bir boşluk doğacağı endişesi de artıyor. İsrail’deki değerlendirmelere göre Tel Aviv, Türkiye ile sorunları tırmandırmaktan kaçınmak için Suriyeli Kürtlerle iş birliğini sınırlandırabilir. Dahası, Kürt hareketi içindeki bölünmeler İsrail’in Suriye’deki Kürtlere desteğinin uygulanabilirliği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Gazze Soykırımı Sonrası İlişkilerin Bozulması

İsrailli çevreler, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriyeli grupların Halep-Şam eksenini kontrol etmesinden uzun bir süre önce İsrail’e karşı düşmanca politikalar izlediğini düşünüyor. Bu politikalar arasında bölgedeki İslamcı hareketleri desteklemek, Mısır’daki Müslüman Kardeşler hükümetini desteklemek ve Hamas ile bağlarını güçlendirmek yer alıyordu. Buna ek olarak, Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye’nin rolü, 2011’de Muammer Kaddafi rejiminin düşmesinden sonra Libya’daki harekatları ve 2020’den bu yana oradaki askeri müdahaleleri ve son yirmi yılda Afrika Boynuzu ile Kızıldeniz’deki Türk faaliyetleri de dahil olmak üzere bölgede genişlemektedir.

Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım niteliğindeki savaşın başlamasıyla birlikte Türkiye, işgalci devlete karşı başta ticari ve diplomatik ilişkilerin kesilmesi olmak üzere çeşitli önlemler almış; Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı davaya katılmıştır. Bu gelişmelere, Türkiye’de halkın Filistin davasına verdiği destek, İsrail’e yönelik sert tepkiler ve Türkiye Cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere bir dizi Türk yetkili tarafından yapılan İsrail karşıtı açıklamalar eşlik etmiştir.

Bu bağlamda, İbrani medyası, Erdoğan’ın bir konuşması sırasında Türk gençlerinin attığı “Cumhurbaşkanım, bizi Kudüs’e götür.” sloganlarına odaklandı. Erdoğan bu sloganlara, “Unutmayın gençler, sabreden zafere ulaşır.” şeklinde yanıt verdi. Bu açıklama, İsrail medyasında Türkiye’nin İsrail ile bir çatışmaya girme ihtimaline dair soru işaretleri yaratırken, Erdoğan’ın açıklaması bu senaryonun mümkün olabileceğine dair bir ima olarak değerlendirildi. Erdoğan daha önce de İsrail’e yönelik askeri bir müdahale olasılığını ima ederek: “Karabağ ve Libya’da nasıl müdahalede bulunduysak, İsrail’e karşı da aynısını yapabiliriz.” ifadelerini kullanmıştı.

Benzer bir bağlamda, Erdoğan daha önce de İsrail’e karşı bir İslam ittifakı kurulması çağrısında bulunmuştu. Bu çağrı, İsrail Dışişleri Bakanı’nın sert eleştirilerine yol açmış ve Türkiye Cumhurbaşkanı’nı bölgedeki ılımlı Arap rejimlerini istikrarsızlaştırmak için İran ile iş birliği yapmakla suçlamıştı.

Türkiye’ye Karşı İsrail’in Senaryoları

Bu son değişim ve gelişmelerin bir sonucu olarak, İsrail’den Türkiye ile bir şekilde çatışma olasılığına işaret eden açıklamalar geldi. İsrail Parlamentosu Knesset’in Dış İlişkiler ve Güvenlik Komitesi Başkanı Yuli Edelstein, “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü durumda, ancak daha da kötüleşme ihtimali her zaman var. Şu anda birbirimizi tehdit etmiyoruz ama durum özellikle Suriye’de Türkiye destekli milislerle çatışmaya dönüşebilir.” Ayrıca, başkanı Yaakov Nagel’e atfen Nagel Komitesi olarak bilinen “Güvenlik Bütçesinin İncelenmesi ve Güç İnşası” komitesi, Türkiye’nin Suriye’deki etkisinin “İsrail’in güvenliği için yeni ve büyük bir tehdit oluşturduğunu” iddia ederek Türkiye ile olası bir savaşa hazırlanılmasını tavsiye etti.

Bunun ışığında, işgalci devlette bu gelişmeyle başa çıkmak için başvurulabilecek araçlar hakkında tartışılan seçenekler var. Bunlar, esas olarak resmi yönelimleri yansıtmayan, daha ziyade İsrail’in tartışmalarını ve beyin fırtınalarını yansıtan üç senaryoya ayrılabilir. Ancak bu tartışmaların bir kısmı hükümet figürlerinden gelse de, doğal olarak bu tartışmalar ilan edilmiş veya edilmemiş resmi politikalara dayanabilir.

  1. Suriye Meselesine Etkin Katılım

Bu senaryoda, güçlü Türk etkisine tabi bir İslam rejimi olarak yeni Suriye rejimine karşı çıkma eğilimi vardır. Bu senaryo, Erdoğan liderliğinde bir “radikal Sünni eksen”in ortaya çıkabileceği ve İsrail’in sınırlarına uzun vadeli bir tehdit oluşturabileceği endişesine dayanmaktadır. Öte yandan, Türk nüfuzunu sınırlamak ve İsrail sınırlarından uzak tutmak amacıyla, gelecekteki Suriye’nin şeklini etkilemek için yeni Suriye hükümetinin tanınması gerektiğini savunan eğilimler de vardır.

Bu yaklaşım çerçevesinde, bölgesel ve uluslararası ittifaklar aracılığıyla mali ve siyasi destekten faydalanarak, İsrail’in bölgedeki etkisini güçlendirmek ve Türkiye’nin bölgedeki askeri müdahalelerini sınırlandırmak için ABD ve “İbrahim Anlaşması” ülkeleriyle ortaklaşa Suriye’deki yeniden inşa projelerine katılarak “sivil” araçları bir etki aracı olarak kullanmak mümkündür.  Buna paralel olarak İsrail, özellikle Türkiye’nin genişlemesinden etkilenebilecek kuzey sınır bölgelerinde askeri ve istihbarat kabiliyetlerini güçlendirmeye odaklanmakta ve Türkiye’den ya da Türkiye destekli gruplardan gelebilecek olası tehditlere karşı koymak için gelişmiş savunma sistemleri geliştirmeye çalışmaktadır.

  1. Türkiye Karşıtı Grupları Desteklemek

Bir diğer eğilim, İsrail’in Suriye’deki Kürt gruplar gibi Türkiye’nin bölgedeki nüfuzuna karşı çıkan grupları siyasi ya da lojistik olarak desteklemesidir. Bu bağlamda, İsrail, Suriye’deki “azınlıkları” koruma fikrini teşvik etmeye başladı; bu da ülkenin eyaletlere ve kantonlara bölünmesine yol açacak ayrılıkçı eğilimleri desteklemeye veya yaratmaya dönüşebilir. Bu çerçevede Türkiye, toplumların yapısını ve devletlerin toprak bütünlüğünü sistematik olarak parçalama stratejisinde en fazla hedef alınan ülke konumundadır.

Bu veriler ışığında, İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar, bölgede bir “azınlık ittifakı” kurulması çağrısında bulundu. Bu proje, İsrail’in Doğu Akdeniz’den Hazar kıyılarına kadar uzanan bölgede düşmanlarını hedef almayı amaçlıyor. Aynı zamanda, İsrail’in bölgeyi parçalamaya yönelik stratejik vizyonunun bir parçası olup, Levant ve çevresindeki sosyal çeşitlilikten faydalanmasına olanak tanımaktadır. Bu strateji, Suriye ve Lübnan’daki Dürziler ile Suriye, Irak, Türkiye ve İran’daki Kürtler gibi azınlıklarla iş birliğini içeriyor ve İsrail’i Arap Levant’ı ve Bereketli Hilal bölgesi mozaiğinde “en büyük ve en güçlü azınlık” haline getirmektedir.

  1. Türkiye’ye Komşu Ülkelerle Stratejik İttifakları Güçlendirmek

İsrail, Türkiye’nin Akdeniz havzası da dâhil olmak üzere bölgedeki nüfuzunu sınırlandırmak amacıyla Yunanistan, Kıbrıs ve Orta Doğu’da Türkiye ile anlaşmazlıkları olan diğer ülkelerle ilişkilerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Tel Aviv, bu stratejik ittifaklar aracılığıyla, Yunanistan ile enerji alanında yapılan anlaşmalar ve “Yunan Demir Kubbesi” gibi güvenlik ve ekonomik iş birliği yoluyla bölgesel bir güç olarak konumunu güçlendirmeye devam etmektedir. Ayrıca İsrail, özellikle Akdeniz’deki enerji ve doğal kaynaklar alanlarında, ticari ortaklarını Türkiye ile ekonomik ilişkilerini azaltmaya teşvik etmek gibi ekonomik araçlara da başvurmaktadır.

Bu yaklaşım çerçevesinde İsrail Enerji Bakanı Eli Kohen, 23 Aralık 2024 tarihinde Yunanistan’a kısa bir ziyarette bulunarak Yunan mevkidaşı ile iki ülke arasında başta doğal gaz olmak üzere enerji alanında iş birliğini güçlendirmeye yönelik bir anlaşma imzaladı. Kohen, İsrail enerjisinin stratejik bir siyasi güç olduğunu ve bu iş birliğinin İsrail’in bölgesel bir enerji gücü olarak konumunu güçlendireceğini ve bölgedeki ekonomik istikrara katkıda bulunacağını açıkladı. Enerji iş birliğine ek olarak, iki ülke insansız hava araçlarına (İHA) karşı savunma sistemleri geliştirmek, hava savunma kabiliyetlerini arttırmak ve Yunan silahlı kuvvetlerinde reform yapmak üzere anlaşmalar imzaladı. Türkiye ise bu adımlara şüpheyle yaklaşarak, Yunanistan ile İsrail arasında özellikle güvenlik ve askeri alanlarda ilişkilerin güçlenmesini doğrudan bir tehdit olarak değerlendirmektedir.

Sonuç

İsrail’in bakış açısının ve Türkiye’nin bölgedeki artan rolüne dair endişelerinin ötesinde, İsrail’in bu bağlamdaki endişesi sadece geleneksel bir güvenlik meselesi değil, aynı zamanda bölgesel hakimiyet mücadelesidir. Buradaki esas nokta, İsrail’in güvenliğini hâkimiyet yoluyla sağlamaya çalışmasıdır. Kuruluşundan bu yana İsrail, güvenliğini ve bölgedeki varlığını en yüksek öncelik olarak kavramsallaştırmış, bu da hakimiyetine yönelik her türlü tehdidi varoluşsal bir tehdit olarak algılamasına neden olmuştur. Sonuç olarak, İsrail “güvenlik” kavramını geniş bir şekilde tanımlamakta ve bu tanım işgal, imha, halkların zorla yerlerinden edilmesi, diğer devletlere karşı saldırganlık ve hatta askeri ve sivil kapasitelerinin yok edilmesi de dahil olmak üzere sert önlemleri meşru görmesine imkân tanımaktadır.

Buna karşılık, Türkiye de dahil olmak üzere bölgedeki hiçbir ülkenin İsrail’in artan nüfuzu karşısında harekete geçmesine ya da endişelerini dile getirmesine izin verilmemektedir. İsrail, diğer devletlerin kendi saldırgan uygulamalarına karşılık verme ya da ister konvansiyonel ister nükleer olsun askeri yeteneklerinin geliştirilmesini tartışma hakkını tanımamaktadır. İsrail’in bu politikaları, “ulusal güvenliği” koruma argümanını, yasal ve ahlaki sınırları aşan bir dizi eylem için bir gerekçe olarak kullanırken, diğer ülkelerin aynı savunma duruşunu sergilemesi engellenmektedir.

Bu da İsrail tarafından dile getirilen tüm “güvenlik”, “korku”, “endişe”, “tehdit” ve diğer sloganları şüpheli ve tartışmalı hale getirmektedir. İsrail’in, Türkiye’nin Suriye’deki rolüne dair duyduğu ‘endişeyi’ ele alıp bu rolü İsrail’in güvenliğine yönelik stratejik bir tehdit olarak değerlendirdiğimizde, bu durum birkaç önemli itirazı beraberinde getirmektedir. Bunlardan en önemlisi, ikinci bir devletin (Türkiye), üçüncü bir devletin (Suriye) topraklarındaki faaliyetlerinden söz ediyor olmamızdır. Üstelik bu iki devlet, Suriye meselesi bağlamında, Suriye topraklarını işgal etme ya da Suriye ordusunu tamamen yok etme girişiminde bulunmamış olmasına rağmen, İsrail’e doğrudan veya dolaylı bir zarar ya da tehdit teşkil etmemektedir. Öte yandan, Türkiye’nin Suriye sahasındaki gelişmelere dair haklı, açık ve meşru kaygıları bulunmaktadır. Bunlar arasında Kürt ayrılıkçı hareketleri, mülteci krizi ve “terörizm” gibi meseleler yer almaktadır – ki ironik bir şekilde, yıllar süren Suriye krizi/savaşı boyunca Türkiye bu tehditlerden zarar görürken, İsrail bu tehditlerden tamamen korunmuştur. Bu durum, Türkiye’nin Suriye sahasındaki müdahalesini belirli açılardan anlaşılır kılmakta ve İsrail hariç diğer bölgesel güçler tarafından da kabul görmektedir. Bu da çok büyük bir soruyu gündeme getirmektedir: Bölgenin geri kalanının korkuları, endişeleri ve tehditleri önemsizken güvenlik kaygıları olan tek ülke İsrail midir? Diğer ülkeler “İsrail’in kaygıları” uğruna kendi çıkarlarını ve kaygılarını bir kenara bırakırken “İsrail’in korkuları” saldırganlık, yayılma, yok etme ve işgal için yeterli bir gerekçe olarak mı görülmektedir?

Bu politikanın, İsrail düşüncesinde yazılı olmayan bir ilkeye, yani İsrail’i uluslararası hesap verebilirliğe tabi olmayan istisnai bir konuma yerleştiren “İsrail istisnacılığı” ilkesine dayandığı söylenebilir. İsrail’in Filistin’de ve başka yerlerdeki baskıcı ve saldırgan uygulamalarına rağmen, ulusal güvenlik kavramını toprakları işgal etmek ve diğer ülkelerin egemenliğine saldırmak için bir bahane olarak kullanmaktadır. Bundan hareketle, İsrail’in, güvenliğini savunma adı altında saldırgan tedbirler almasına izin verirken, bölgedeki diğer ülkelerin bu politikalara karşı endişelerini dile getirmelerinin veya herhangi bir adım atmalarının engellenmesi şeklinde işleyen politikası açıkça ortaya çıkmaktadır.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu