İsrail ile Çok Cepheli bir Yıpratma Savaşının Bölgesel Etkileri

Uzman Görüşü

İsrail’in Gazze Şeridi’nde başlattığı soykırım savaşının üzerinden bir seneden fazla zaman geçtiği halde Gazze’de hala bir ateşkes sağlanamamışken, savaş Lübnan’a sıçradı. İsrail’in ve özellikle de Netanyahu’nun savaşı genişletmek hususundaki arzusu bütün bölgeyi bir çıkmaza sürüklerken, soykırıma sessiz kalan bölgesel ve küresel unsurlar şimdi bölgeyi bir cehenneme çevirecek adımları önleyecek bir aksiyon alacaklar mı?

Hizbullah’ın bilfiil dahil olduğu savaşta, İsrail- İran arasında kontrollü saldırılar temposunu arttırarak devam ediyor. Bütün bunlar ışığında bölge ülkeleri nasıl konumlandılar? Bölgeyi yaklaşmakta olan büyük savaşa karşı koruyacak girişimler var mı? Başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi kurumların İsrail saldırganlığını durdurmada etkileri ne olabilir? Amerika’da seçimlerden sonra olası bir değişiklik durumunda veya aynı yönetimin devamı halinde neler beklenebilir? Irak’taki direniş hareketlerinin ve Yemen’deki Ensarullah hareketinin ileride çatışmaya katılmasına ilişkin senaryolar neler? İran’ın bu ekim ayındaki son tepkisinin ardından İsrail ile İran arasındaki çatışmanın tırmanmasına ilişkin senaryolar neler?

Vizyon Siyasi Kalkınma Merkezi uzman ve akademisyenlere yönlendirdiği sorularla Gazze’deki savaşın bir bölgesel savaşa dönüşmesi ihtimalini masaya yatırdı.

Bölge ülkelerinin yaşanan bölgesel gelişmeler karşısında genellikle kendi ulusal çıkarları ve dış politika refleksleri çerçevesinde çoğunlukla çatışmasızlık ilkesini takip ederek gelişen savaş iklimine karşı kendi savunma ve güvenlik reflekslerini sergiledikleri görülmektedir. Büyük çoğunluğu Amerika-Batı ittifakının/blokunun parçası konumunda olan Orta Doğu bölgesindeki devletlerin, İsrail-Filistin çatışmasına karşı genellikle Batı yanlısı siyaset izledikleri müşahede edilmekte iken, Batı dışı blokların üyesi ülkelerinde Rusya-Çin eksenli bir politika takip ettikleri görülmektedir. Türkiye gibi ülkelerinse insani ve İslami hassasiyetlerini ön planda tutarken, konuyu genellikle uluslararası hukuk ve diplomasi ekseninde yürütme gayreti içinde olduğu izlenmektedir.

Türkiye’nin öncülüğünü yaptığı uluslararası diplomatik girişimlerin varlığı bilinmektedir. Ayrıca yine Türkiye Dışişleri’nin girişimleriyle başta komşu ve bölge ülkeleri olmak üzere Müslüman ülkeler nezdinde yoğun diplomatik girişimlerin gerçekleştirildiği de not edilmelidir. Ateşkes müzakereleriyse Katar ve Mısır gibi ülkelerin girişimleriyle -genellikle başarısızlıkla sonuçlansa da- devam ettirildiği görülmektedir. Yaklaşmanın da ötesine geçmiş bölgesel savaş riskleri, bölge ülkelerini kendi savunma ve güvenlik önlemleri almaya, bölgesel paktlar oluşturmaya ve ikili-çok taraflı savunma ve güvenlik protokolleri imzalamaya sevk ettiği de bir vakıadır.

Türkiye meselesini bir kenara koyarsak; İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) yaşadığı kurumsal ve politik sorunlar, İsrail saldırganlığını durdurma noktasında yetersiz kaldığı görülmektedir. İİT üyelerinin taraf olduğu küresel blokların farklılığı, İİT’nin kurumsal ve organizasyonel yapı sorunları, yaşadığı yönetim krizi, bütçe ve ekonomik sorunlar, temelde Suudi Arabistan’ın domine etmesi ve Suudi’lerin ABD-İsrail politikaları karşıtı tutum almaktan imtina etmesi gibi İİT içi sorunların varlığı, bölgesel ve küresel krizlere karşı İİT’nin net ve etkin tavır almasının karşısındaki meydan okumalar olarak durmaktadır. Bu noktada Türkiye’nin küresel ve bölgesel ölçekte devletler ve uluslararası-hükümetler-arası kurum ve kuruluşlar nezdinde uygulamış olduğunu mekik diplomasisi ve İsrail’in yol açtığı sorunlara karşı diplomatik ve politik çözüm üretme gayreti oldukça değerli durumdadır.

Amerikan dış politikasının -hükümetlere ve partilere bağlı olmayan- yapısı ve bir devlet politikası olarak gelişmesi özelliği dolayısıyla seçimlerin sonuçları her ne olursa olsun ABD-İsrail ilişkilerinin yine aynı çizgide devam edeceği öngörülebilir. Başkan adaylarının ve mensubu bulundukları partilerin sahip olduğu politik farklılıklara rağmen dış politikada daha çok dışişleri, istihbarat başkanlıkları ve savunma bakanlıkları (Pentagon) eksenli bir tutum izlediği görülmektedir. Ayrıca Amerikan Kongresi üzerindeki Yahudi lobisinin sahip olduğu ağırlık ve küresel şirketlerin süreçteki belirleyiciliği, Başkan değişimlerine rağmen İsrail’e koşulsuz desteklerin değişmeden devam edeceğini göstermektedir. Bununla birlikte Amerikan hükümetlerinin bölgesel ve küresel bir takım düşünce ve siyaset farklılıkları, bölgesel krizlerin sonuçlarının belirleyiciliği açısından farklılıklara yol açabileceği düşünülebilir. Örneğin Trump’ın kazanması durumunda daha çok eko-politik eksenli bir dış politikaya şahit olunacağı öngörülebilirken, Ukrayna ve Filistin’de geçici de olsa ateşkes ve çatışmasızlık sürecinin yaşanabileceği beklenebilir. Demokratların iktidarının devam etmesi durumundaysa savaşın bölgeye yayılma olasılığının çok daha yüksek olacağı beklenebilir.

Savaş cephelerinin artması İsrail kamuoyunun iktidar ile ilişkisini ve ileriye dönük görüşlerini nasıl etkileyecek? İsrail kamuoyunun bütüncül bir hal arz ettiğini söylemek yanlış olacaktır. Radikal, ılımlı ve liberal görüşlerin etkisi altındaki kamuoyu, çoğunlukla radikal-siyonist yaklaşımların etkisi altında bulunmaktadır. Başta rehineler meselesi ve İsrail’e yönelik Hamas-Hizbullah saldırılarının İsrail toplumunda yol açtığı rahatsızlık, ayrıca Netanyahu’nun şahsına karşı duyulan antipati, İsrail’de iktidar karşı gösterilerin bir türlü son bulmasını engellemektedir. Radikal-Siyonist İsrail iktidarının hukuk ve insanilik gözetmeyen yaklaşımlarının, İsrail kamuoyunu çok da memnun etmediği bir vakıadır. İsrail kamuoyunun öncelikle farkında olması gereken husus; hükümetlerinin saldırgan ve işgalci tutumunun bir bumerang gibi bir süre sonra kendilerine karşı bir takım meydan okumalara yol açmasıdır. Şimdiki zamanlarda tüm dünyada İsrail vatandaşlarına yönelik olumsuz tutumlar ve antisemitik yaklaşımların gittikçe konsolide olması, işgalci yönetimin kendi vatandaşlarına karşı yol açtığı en önemli sorunlar arasında yer almaktadır. İsrail’in politik tutumu, hem devletleri hem de kamuoyları nezdinde adeta ‘kendini bitiren’ bir sürece dönüşmüştür.

Bölge ülkelerinin Gazze soykırımına karşı konumlanışını Filistin’e sınır komşusu olan ülkeler ve uzak komşular olarak iki ayırmak mümkün. Lübnan ve Suriye bu krizde bizzat İsrail’in hedefi olmalarından dolayı şiddeti en yoğun şekilde hisseden ülkeler. Her iki ülkenin geçmekte oldukları siyasi, askeri ve ekonomik dar boğazlar bu saldırılara karşı etkin karşılık vermelerini engelliyor. Lübnan’da İsrail’in çatışmayı bölgeye yayma gayretine karşılık misilleme Hizbullah’tan gelse de henüz Lübnan ordusunun bir karşılık vermediği dikkatlerden kaçmamalı. Suriye’de İsrail’in hava saldırılarına rağmen pasif bir bekle-gör politikası hâkim. Diğer iki komşu Ürdün ve Mısır’da süreç Lübnan ve Suriye’ye kıyasla daha sakin ilerliyor gibi gözükse de olası bir kırılma özellikle Ürdün’de an meselesi diyebiliriz. Ürdün-İsrail sınırında gerçekleştirilen saldırılar ve bu saldırıların Filistin direniş grupları tarafından takdirle karşılanıyor olması gidişatın en çarpıcı detayları. Mısır ise bu süreçte eskiden olduğu gibi arabulucu olma rolünü korumayı sürdürmeye gayret etse de sınırından birkaç metre ileride devam eden soykırımı durduramamanın hesabını kendi kamuoyuna nasıl izah edeceği muamma. Enver Sedat’ın İsrail parlamentosunu ziyaretinden bugüne kadar Sina yarımadasından İsrail’e yönelik bir karşı bir hamlenin gelmemesi için elinden geleni yapan Mısır hükümeti ilerleyen dönemlerde daha kararlı adımlar atmak durumunda kendisini bulacak.

Türkiye ise sürecin başından itibaren krizin bu aşamaya geleceğini tahmin ederek yeni bir barış masası kurulması gerekliliğinin altını çiziyor. İslam İşbirliği Teşkilatı gibi ülkelerin yaşanan soykırımın sona erdirilmesi ve suçluların yargılanması için uluslararası kamuoyunu harekete geçirecek diplomatik girişimlerde bulunmaları gerekiyor. 7 Ekim itibariyle kabul edildiği üzere 1960lı yıllardan kalma “İki Devleti Çözüm” ifadesiyle slogan haline gelmiş düzen önerisi 2023 yılı itibariyle uygulanması imkansız bir öneri. Gazze ve Batı Şeria’nın arasındaki fiziksel ayrışma ve İsrail’in Batı Şeria’da giderek sayıları artan yerleşimcilere göz yuman tavrı bunu sahada net bir şekilde ortaya koyuyor. Sanki bu soykırım hiç yaşanmamış gibi 6 Ekim 2023’te olduğu haliyle Gazze ablukasının devam etmesi düşünülemez. Dolayısıyla herkesin üzerinde ittifak edebileceği adaletli bir barış masası tesis edilmesi gerekiyor. Bunun içinse bir yıldır cevabı beklenen tek bir sorunun cevaplanması gerekiyor; İsrail ne istiyor?

Amerikan seçimlerinde yarışan tarafların İsrail’e destek konusunda birbirinden farklı düşündüğünü söylemek şu aşamada güç. Bu da demek oluyor ki her iki taraf da Filistinliler için adil bir çözümün oluşturulmasından çok İsrail’i ikna etme girişimlerini sürdürecek.

Bölgede devam eden İsrail saldırganlığına karşı İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve/veya teşkilata üye olan devletlerden bir aksiyon almalarını beklemem mümkün görünmemektedir. İİT içinde yer alan her devletin farklı bir ajandası, muhtelif çıkar beklentisi bulunmaktadır. Teşkilatta yer alan devletlerden bazıları işgal rejiminin saldırganlığına yönelik tavır alsa da, bu tavır alış İsrail’e kayıtsız-şartsız destek veren Batılı aktörlerin varlığından dolayı sınırlı kalmaktadır. İsrail saldırganlığının ortadan kaldırılması için özel bir savunma paktı kurulması gerekir. İşgal rejiminin saldırganlığından rahatsız olan devletlerin bir araya gelerek Kudüs, Mescidi Aksa ya da başka bir isimle askeri bir birlik kurmaları ve saldırganlığın son bulmaması halinde harekete geçeceklerini deklare etmeleri İsrail’i dizginlemenin tek rasyonel yoludur. Çünkü Aksa Tufanı sonrası süreç İsrail’in laftan değil ancak güçten anladığını tüm dünyaya bir kez daha göstermiştir.

Bölgesel savaşın çıkması noktasında İsrail’i durduracak bir güç ne yazık ki görünmüyor. Ne Müslüman ülkeler ne de İslam İşbirliği Teşkilatı bu güce sahip. İsrail’i durduracak güç yine Batı dünyası ve İsrail’in iç kamuoyu. Savaşın genişlemesinin ortaya çıkaracağı maliyetler özellikle ABD için tolere edilebilir olmanın ötesine geçerse ABD İsrail’i bir ateşkese zorlayabilir. Yanı sıra İsrail halkının uzun ve genişlemiş bir savaşın maddi yükünü ne kadar bir süre çekeceği de belli değil. Tüm bunlara rağmen Netanyahu hükumeti ise kendi varlığının devamlılığını savaşın sürdürülmesinde görmektedir. Olası bir ateşkes, hem Uluslararası Adalet Divanı hem de Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarının İsrailli yöneticileri oldukça zorlayacak bir sürecin de başlangıcı anlamına gelecektir. Tel-Aviv yönetiminin hukuki yaptırımlarla uğraşmak istememesi, savaşa yüklenen teo-politik anlamla birleşince savaşın bitmesinin en azından kısa vadede pek kolay görünmediği izlenimini oluşturmaktadır.

ABD’de gerek demokrat gerekse cumhuriyetçi aday olsun, hepsi Siyonizm’e hizmet etmektedir. Yöntemlerde farklılık olsa da hedef ve amaçları bakımından aralarında bir farklılık söz konusu değildir. Bölgede teo-politik veçhesi öne çıkarılan bir savaş yürütülmektedir. Her iki adayın da İsrail’in arz- mevud’u merkeze koyan bu teo-politik yaklaşımı benimsediğini görmekteyiz. Bölgede iki devletli çözüm önerileri ve süreci tamamen çökmüş vaziyettedir. Kalıcı bir barış olacaksa bunu yolu daha büyük bir savaştan geçmektedir.

İsrail saldırıları karşısında bölge ülkeleri aktif tepki (örn. Türkiye, Katar ve İran) pasif tepki (örn. Suudi Arabistan ve Mısır) ve sessizlik (örn. Ürdün ve BAE) olmak üzere üç şekilde tepki verdi ve en azından resmi olarak hiçbiri olumlu tepki vermedi. Diğer yandan baştan beri Katar ve bir noktadan sonra Mısır aktif şekilde ateşkes çalışmalarında yer aldı. Ancak 26 Ekim’de İsrail’in tekrar İran’ı hedef alması ve çatışmanın büyüme riskinden duyulan endişenin etkisiyle yukarıda sayılan tüm devletlerin İsrail’i kınadığı görüldü. Zira artık bu ülkeler açısından mesele Gazze’de yahut Lübnan’da katledilen masumlardan ibaret olmaktan çıkarak bu ülkelerin milli güvenliğini tehdit edecek bir noktaya geldi. Ancak büyük bir savaşın yaklaştığı kanaatinde değilim. Elbette mevcut durumda bu riski düşünmeye iten sebebin ortadan kalkması için İsrail-Gazze ve İsrail-Lübnan hattında ateşkes sağlanması gerekiyor. Faraza büyük bir savaş tehlikesi belirirse bunu engelleyecek bölgesel güçlü bir inisiyatifin olmadığını düşünüyorum. Risk büyürse bölge devletleri girişimlerini BM düzeyinde yürütmeye çalışacaktır. Küresel düzeyde ise BM Güvenlik Konseyinin dahi bu noktada yetersiz kaldığı ve ABD’nin önerisiyle 10 Haziran’da kabul edilen ateşkes tasarısına rağmen İsrail’in durdurulamadığı görüldü. Bu nedenle İsrail’i durdurabilecek olan, herhangi bir girişimden ziyade yine de tek taraflı olarak ABD olacaktır.

Ortadoğu’da ortak olmak bir yana, güçlü müşterekleri olan bir bölgesel güvenlik şemsiyesi dahi bulunmuyor. 11 Kasım 2023’te Riyad’da yapılan Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı Ortak Zirvesi İsrail’i caydırmakta son derece yetersiz kalmıştı. Zirvenin ardından yayımlanan bildiri net ve caydırıcı olmaktan çok uzaktı. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı 30 Ekim’de yaptığı açıklamada 11 Kasım’da ikinci bir zirve yapılması çağrısında bulundu. Şayet bu çağrı karşılık bulursa bu defa daha net mesajlar içeren bir bildiri yayımlanacağını düşünüyorum. Herhangi bir bölge ülkesinin münferiden İsrail’i durduramayacağı ise izahtan vareste bir konudur ki bunun da temel nedeni ABD’nin bu ülkeye verdiği neredeyse koşulsuz destek ve bunu dengeleyecek başka bir küresel gücün var olmayışıdır.

Amerika’daki seçim sonuçları gidişatı etkileyecektir. Hatta bunun kimin başkan olduğundan bağımsız böyle olacağını düşünüyorum. Halihazırda İsrail’in biraz da ABD’nin seçim sürecinde olmasını sonuna dek kullandığı görüşündeyim. Seçimden sonra ABD bu konuda daha net adımlar atacaktır. Bana göre ABD her ne kadar büyük stratejisinde İsrail ile hemfikir olsa da taktikleri konusunda Netanyahu’dan ayrışıyor. Ayrıca İsrail’in saldırganlığını sürdürmesi durumunda geride kalan bir yıldan fazla sürede elde ettiğinden farklı bir sonuca varamayacağı görüşünün de Washington’da yerleştiği görülüyor. Bölgesel savaş ise hiçbir durumda ABD’nin istediği bir şey değil.  

İran’ın “Direniş Hareketi” olarak adlandırdığı oluşumun bırakalım kolektif şekilde tek tek dahi İsrail ile karşı karşıya gelmek istemediği kanaatindeyim. Aynı şey İran için de geçerli. Burada önemli nokta, Irak’ta, Lübnan’da ya da Yemen’de İran ile çıkarları kesişen bu yapıların temel olarak kendi ülkelerinde etkin bir aktör olmaya çalışıyor olması ve belirli bir düzeyin ötesinde İsrail’le çatışırken kapasite kaybına uğramak istememesidir. Aynı şey İran için de geçerli. İsrail ile savaşmak ABD ve hatta Avrupa ile fiilen ya da örtük (İsrail’e silah tedariki, ekonomik baskı vs.) anlamına geleceği için İran her koşulda böyle bir savaşa girmekten kaçınıyor.

İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü uzun vadeli yıpratma savaşı bölgesel istikrarı tehdit ederken, savaş cepheleri Lübnan’a yayılmış durumda. İsrail’in Hizbullah ile olan gerilimleri ve İran’la süregelen karşılıklı saldırıların artması bekleniyor. Bu çatışmalar, bölge ülkelerinin güvenlik önceliklerine göre konumlanmasını etkiliyor. Özellikle Suudi Arabistan, Mısır, BAE gibi ülkeler, İsrail’i doğrudan bir tehdit olarak algılamadıkları için kontrollü bir denge politikası güdüyorlar. Bu ülkeler, rejim güvenliklerini tehdit eden İran destekli aktörlerin güç kaybetmesinden fayda sağlıyorlar.

Türkiye ise bölge ülkelerinden farklı olarak, Hamas ve Hizbullah gibi devlet dışı aktörleri Batı hegemonyasını kıracak araçlar olarak görüyor. Bu nedenle, bölgeye yaklaşan bir savaşa karşı diplomatik ve uluslararası kuruluşlar üzerinden girişimlerde bulunmaya çalışıyor. Ancak İslam İşbirliği Teşkilatı gibi kurumların attığı adımlar, İsrail’in saldırganlığını sınırlamakta yeterli olmuyor. Türkiye’nin BM’de 50 ülkeye İsrail’e silah satışının durdurulması çağrısı ise dikkat çekici bir gelişme olarak öne çıkıyor.

ABD’deki seçimler sonrası olası bir yönetim değişikliği, İsrail politikalarını etkileyebilir. Ancak hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler arasında İsrail’e yönelik güçlü bir destek devam edecek gibi görünüyor. Bu durum, ABD’nin İsrail’e bağımlılığının ve İsrail yanlısı politikalarda radikal bir değişikliğin olmayacağı anlamına geliyor. Bence Trump’ın kazanma ihtimali daha yüksek ve bu durumda başka aktörlere söz geçirme kapasitesi daha güçlü olan Trump ile birlikte savaşın sonlanması daha yakın bir senaryo. Harris kazansa bile İsrail’i durduracak gücü yok.

İsrail içinde ise savaş cephelerinin genişlemesi, kamuoyu ile iktidar arasında bir ayrışmaya yol açabilir. Özellikle rehinelerin kurtarılması talebi, Netanyahu hükümetine yönelik eleştirileri artırmış durumda. Halkın bir kısmı, rehine kurtarma şartıyla savaşın sürdürülmesini destekliyor.

Son olarak, İran’ın doğrudan savaşa katılması düşük bir olasılık olarak görülüyor. Irak’taki direniş grupları ve Yemen’deki Ensarullah, İran’ın stratejik hedeflerine uyumlu olarak İsrail karşıtı bir duruş sergiliyor, ancak doğrudan İran’ın savaşa müdahil olacağı bir senaryo pek olası değil.

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu