Uzman Görüşü: Büyükelçiler Krizi
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın casusluk ve darbe teşebbüsü suçlamalarından yargılanan iş adamı Osman Kavala’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları doğrultusunda serbest bırakılması çağrısı yapan ABD, Almanya, Fransa, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, Kanada ve Yeni Zelanda büyükelçilerinin ‘istenmeyen kişi’ (persona non grata) ilan edilmesi için talimat verdiğini bildirdiği açıklamanın büyük bir diplomatik krize yol açacağı öngörülmüştü. Ancak çok zaman geçmeden yapılan ortak açıklama ile büyükelçiler Viyana Sözleşmesi’nin 41. Maddesi’ne[1] bağlı olduklarını bildirdiler. Bu madde doğrultusunda diplomatların görevli olarak bulundukları ülkelerin içişlerine karışmamaları gerekmektedir. Sonuç olarak bu açıklamadan sonra büyük bir diplomatik kriz önlenmiş oldu.
Hükümet yanlısı yayın organlarına göre Türkiye söz konusu ülkelere Cumhurbaşkanı’nın çıkışı ile haddini bildirdi. Türkiye’nin içişlerine karışmalarının karşılığını en sert şekilde aldılar. Cumhurbaşkanının kararlı duruşunu gördükleri için de geri adım atmak zorunda kaldılar. Diğer taraftan muhalefet ise Cumhurbaşkanını eleştirip söz konusu sert çıkışın iç siyasete yönelik bir blöf olduğunu dile getirdi. Türkiye’nin dış politikada daha diplomatik bir dil geliştirmesi gerektiği üzerinde durdu. Yedisi NATO müttefiki, altısı Avrupa Birliği üyesi 10 ülkenin büyükelçilerini kovmanın Türkiye’nin dünyada gittikçe artan yalnızlığını daha da arttırmaktan başka bir şey yapmayacağını ifade ettiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışının Türk diplomasisindeki yeri nedir? Bu tür çıkışları sıklıkla görmeye devam edecek miyiz? Kriz nasıl önlendi? Söz konusu on ülke ile yaşanacak diplomatik bir krizin sonuçları nasıl olurdu? Büyükelçiler krizine dair yaşananları uzmanlara sorduk.
Uzmanların görüşleri şöyle özetlenebilir:
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert çıkışının iç ve dış politikaya yönelik iki yönü vardır.
- Türk dış politikası Batı’ya Türkiye’nin tam bağımsız bir devlet olduğunu göstermek için her türlü krizi göze almaktadır.
- Büyükelçilerin Viyana sözleşmesine bağlı olduklarını açıklamaları devlet aklı tarafından bir geri adım olarak değerlendirilmiş ve krizi sonlandırmak için yeterli görülmüştür. Dışişlerinin diplomatik çabaları ile kriz Türkiye’ye bir zarar vermeden sonlandırılmıştır.
- Bu kriz bize Türkiye ile Batı ülkeleri arasındaki ilişkilerin ne kadar hassas ve kırılgan olduğunu göstermiştir.
- Türkiye-Batı ilişkilerinde Osman Kavala davası önemli bir rol oynamaya devam edecektir.
- Pandeminin ekonomik ve sosyal gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda ülkelerin ilişkileri kolaylıkla koparamayacağını kestirmek güç değildir.
Doç. Dr. İsmail Şahin, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Son yıllarda bilhassa 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Türk dış politikasının ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıklıkla kullandığı ifadelerden birisi de “tam bağımsız Türkiye” vurgusudur. Bu nokta önemlidir. Zira burada verilmek istenen mesajda, hiçbir kimsenin veya kurumun veyahut bir devletin icazetini aramadan kendi dış politikasını bağımsız bir şekilde tayin eden yeni bir Türkiye’nin var olduğudur. Elbette Erdoğan’ın sert çıkışının iç ve dış politikayı ilgilendiren iki yönü vardır. Nitekim Erdoğan, kendi toplumundaki “Batı’ya kafa tutan ve geri adım attıran lider” konumunu pekiştirmiştir. Öyle ki kriz sürecinde Erdoğan’ın tutumunu “İkinci Davos” olarak nitelendiren birçok görüş ortaya atılmıştır. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan kendi iktidar dönemini kendisinden önceki dönemlerden daha güçlü görmektedir. Bu yüzden yaptığı konuşmalarda ve açıklamalarda sürekli, “bugün üzerinde rahatça oyun oynanan değil, bölgesinde oyun kuran, oyunbozan kararlı bir Türkiye var” şeklinde sözlere yer vermesi, bu anlayışın bir yansımasıdır. Dolayısıyla Ankara’daki 10 büyükelçinin Osman Kavala’nın tutukluğuyla ilgili olarak yaptıkları ortak açıklama, Erdoğan’ın duruşuna, Türkiye’ye biçtiği role ve tanımladığı statüye açık bir saldırı olarak algılanmıştır. Ayrıca Türkiye’nin gerek imparatorluk geçmişinde gerekse de yakın dönem tarihinde meydana gelen acı tecrübelerde Batı müdahalesine önemli bir yer ayrılır. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde Erdoğan’ın sert çıkışını bir blöf olarak nitelendirmek oldukça güç bir yorum olacaktır.
Ankara’daki 10 büyükelçinin 18 Ekim tarihli ortak açıklaması Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine aykırıdır. Söz konusu maddeye göre büyükelçiler, görev yaptıkları devletin kanunlarına ve nizamlarına riayet etmek mecburiyetindedir. Yine görev yaptıkları ülkenin bağımsızlığına ve içişlerine karışmama sorumlulukları vardır. Büyükelçiler imza attıkları ortak bildiriyle bu kuralları açık bir şekilde ihlal etmişlerdir. Bu noktada elçilerin yetki ve sorumluluklarını aşmalarıyla başlayan kriz şayet elçilerin kovulmasıyla sonuçlansaydı, uluslararası düzeyde büyük bir diplomatik krizi tetikleyeceği çok açıktı. Bir defa muhatap ülkeler de Türk elçilerini kovabilirdi. Batı kamuoyunda Türkiye’ye ve Erdoğan’a yönelik ağır eleştiriler ve hakaretler birbiri ardına gelebilirdi. Belki daha önemlisi Türkiye-Batı ilişkileri tamamen raydan çıkabilirdi. Böylesi bir sonuç iki tarafın da arzu etmeyeceği bir süreci beraberinde getireceği için bu kriz kısa sürede çözüldü. Ayrıca bu konuyu tek taraflı düşünmemek gerekiyor. Mesela Türk-Amerikan ilişkileri son yıllarda kötü bir seyir izlemesine rağmen Amerika Türkiye gibi bir müttefikini kaybetmek veya onu Rusya’ya kaptırmak istemez. Avrupalı devletler için de benzer durum geçerlidir. Onlar da kendi ekonomik, sosyal ve siyasi güvenlikleri için Türkiye’yle ilişkilerini tamamen koparmayı arzu etmezler. Zira Avrupa’nın en önemli gündem maddelerinden birisi göçmen krizidir ve bu krizin yönetiminde Türkiye ikame edilemez bir role sahiptir.
Büyükelçiler bana göre Türkiye’den bu denli sert bir tepkiyi hesap edememişlerdi. Bir tepki bekliyorlardı ama bu denli ağır değil. O nedenle hesapsız bir şekilde ülkelerini çok zor bir sürecin içerisine sürüklediler. Dahası dünya nazarında küçük düştüler. Büyükelçileri bilmem ama temsil ettikleri devletlerin geri adım attığı çok açık. Bir kumar oynadılar ve kaybettiler.
Devletler arasındaki ilişkilere gelince, uluslararası ilişkilerin gündemi çok çeşitli ve yoğun olduğu için ben şahsen bu krizin çok büyük hasarlar bırakacağını pek düşünmüyorum. Çünkü kriz, devlet ve diplomasi düzeyinde sınırlı kaldı ve toplumsal bir derinleşme sürecine girmedi. Fakat şurası da çok açıktır ki, Türkiye-Batı ilişkilerinde Osman Kavala davası önemli bir rol oynamaya devam edecektir. İlişkilerin yumuşaması veya sertleşmesinde bu davanın akıbeti büyük öneme sahip olacaktır.
Bu kriz bize Türkiye ile Batı ülkeleri arasındaki ilişkilerin ne kadar hassas ve kırılgan olduğunu bir kez daha gösterdi. Bunun yanı sıra Türkiye ile Batılı ülkeler arasında diplomasinin hala geçerli çözüm yöntemi olduğu da teyit edilmiş oldu. Krizler her zaman ortaya çıkabilir. Önemli olan diplomasinin bu krizlere çözüm üretebilme kabiliyetinin devam etmesidir. Türkiye’de mukim elçiler muhakkak olan bitenden bir ders almışlardır. O nedenle bundan sonraki dönemde dokuz ölçüp bir biçeceklerdir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya yıllardır ağır sınamalardan geçiyor. Mülteci krizinden Yemen’e, Afganistan’dan Doğu Akdeniz’e birçok uluslararası sorun bölgesel tansiyonun yükselmesine neden oluyor. Türkiye tüm bu sorunların ortasında ve Avrupa’nın güvenliğinde anahtar bir role sahip. Özellikle Türkiye 15 Temmuz’dan bugüne Batılı dost ve müttefikleri tarafından anlaşılmak istiyor. PKK/YPG, FETÖ, Göçmen krizi, S-400, Suriye, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konularında müttefiklerine bir türlü derdini anlatamadı. Müttefikleri de Türkiye’yi anlamak için ciddi bir gayret sergilemedi. Buna karşın 10 büyükelçinin ilk fırsatta Osman Kavala üzerinden Türkiye’ye insan hakları ve hukuk notası vermesi, Ankara’da iyi niyetli bir yaklaşım veya girişim olarak algılanmadı. Türkiye yukarıda bahsi geçen konularda ortaklarından uzun süre bir destek beklemesine rağmen umduğunu bir türlü elde edememiş ve hayal kırıklığına uğramıştır. Bu tür krizler her zaman olabilir. Riskli ve güç dengesinin sürekli değiştiği bir coğrafyadan söz ediyoruz. Bölgede Türkiye ile müttefiklerini karşı karşıya getiren çok sayıda sorun var ve taraflar bu davaların çoğunda neredeyse davalı-davacı konumunda. Ancak yine de iki taraf ipleri tamamen kopartacak olaylardan kaçınmayı, bu krizde iyice anladılar. Covid-19’un ekonomik ve sosyal gerçekleri, diplomasinin ekonomik yönünü siyasi yönünden daha ağır bastırtıyor.
Doç. Dr. Yusuf Sayın, Necmettin Erbakan Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
Cumhurbaşkanının elçiler konusundaki söylemi ve sert çıkışı, Osmanlı’dan miras alınan diplomasi ve devlet geleneğinin tezahürü niteliğindeydi. Siyasi tarihine bakıldığında, içişlerine müdahale bulunulması durumunda Osmanlı diplomasisinin de bu şekilde reaksiyonlarda bulunduğu müşahede edilmiştir. Bununla birlikte bu gelişme, iç siyasete ilişkin de çeşitli mesajlar içeren bir yaklaşım olarak okunabilirken, diplomaside sıklıkla yapılan bir blöf türü olarak da görülebilir. Blöf yapmak, diplomasinin meşru sınırları çerçevesinde makuldür ve anlaşılabilir. Burada dikkat edilmesi gerekli nokta; blöf vb. eylemlerin belirli bir çerçevede tahdit edilmesi ve tansiyonun ve dozajının iyi ayarlanmasıdır. Her halükârda Türkiye ve Sn. Cumhurbaşkanı, elçiler krizini Türk devlet geleneğine uygun bir şekilde çözüme kavuşturmuştur diyebiliriz.
Diplomaside istenmeyen adam ilanı, ilişkilerde onarılması hayli zaman gerektiren süreçlere yol açabilmektedir. Bir başka devlet nezdinde muvazzaf kılınan diplomatik temsilcinin görevlendirildiği ülkeden misafir olunan devletin istemi üzerine çıkarılması, gönderen devletin gönderilen devlet nezdinde temsil etme yahut ilişkileri gütme/maslahat etme durumunun da sona erişine yol açabilir. Türkiye, söz konusu sorun dolayısıyla elçileri göndermek durumunda kalmış olsaydı, bu ülkelerle -bir kısmıyla zaten sorunlu olan- diplomatik ve siyasi ilişkilerinde onarımı ve telafisi güç bir aşamayı başlatmış olacaktı. Diplomatik kanalların açık tutulması, devletler arasında sorunların hard power ile çözümüne her daim bir alternatif oluşturmaktadır. Diplomasi sanatının işler kılınması ise soft power seçeneğinin masada bulundurulması anlamı taşıdığından; diplomasi, diyalog, müzakere, an/t/laşma ve dostane ilişkileri işlevsel kılan bir nitelik taşımaktadır.
Teknik olarak büyükelçiler, yaptıkları ilave açıklamayla bu durumun bir geri adım atma niteliği taşımadığını ifade etseler de Türkiye’de devlet aklı, ortaya çıkan durumu bir geri adım olarak tanımlamış; diplomatik blöfe bir nevi karşı bir blöf ile yanıt vermiştir. Bilhassa kamuoyu nezdinde yürütülen PR çalışmasıyla, gelişen durumu kendi lehine çevirmeyi bilmiştir. Bu kriz atlatılmış görünmektedir. İlk olmayan ve muhtemelen son da olmayacak olan bu türden diplomatik bunalımlar, devletlerin birbirleriyle aralarındaki kırmızı çizgilerin kristalize olmasını sağlamaktadır. Sular durulmuş gibi görünüyor. Zira bilhassa pandemi sürecinde devletlerin birbirleriyle ilişkilerine ebedi olarak hoşça kal deme olasılıklarının ne kadar ciddi maliyetlere yol açacağı çok net anlaşılmıştır. Kalıcı düşmanlıklar olması zor fakat muhtemel olduğu gibi kalıcı dostluklar da belki bir o kadar olası değildir. Lakin kalıcı diplomatik ilişkilere her zaman fırsat ve şans verilmelidir.
Devletler küresel ilişkilerde gittikçe daha fazla sorun yaşadıkça, aralarındaki münasebetlerde de bu türden krizler yaşama durumunda kalacaklarını da öngörüyorum. Geleneksel Türk diplomasisinin normal bir tepkisi olarak değerlendirebileceğimiz bu türden çıkışların Türkiye’nin dış politikada bekasına yönelik yeni tehditlerle karşılaştıkça benzerlerinin yaşanması olasılığı da o denli güçlenecektir.
[1] 18 Nisan 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi